28 Aralık 2008 Pazar

Corporation Şirket Zamanın Ruhu Yazan Serdar Akbıyık


Doğumun Ölümü “Şirket" filmi kendini yenileyen bir dünyayı öldüren sistemi açık ediyor. Bu sistemi doğa kurmadı, biz insanlar kurduk. Ve ona Şirket adını verdik. Zamanın Ruhu köşesinin amacıyla ilgili bir açıklama yapmak gerektiğini düşünüyorum. Bu köşe asla herhangi bir ideolojinin veya zümrenin köşesi olmayacak. Bu köşenin amacı dünyayı daha yaşanılır kılmanın peşinden giden yapımlara yer açmak, Türk izleyicisinin bu tür yapımlarla buluşmasını sağlamaktır. Dünyayı yaşanılır kılmak başlı başına bir devrimdir. Bizim filmlerimizi anlatırken bahsettiğimiz devrim işte budur. Bu devrim ancak her tür inançtan ve ideolojiden insanların bir araya gelmesiyle başarılabilecek bir devrimdir. Odağında sadece insan ve onun yaşadığı dünya vardır. Nasıl ki kendi şeytanlarımızı bizler üretiyorsak onları da yok etmenin çaresi biz insanların inancından, çabasından geçer. Bu anlamda dönemimizin bütün karanlıklarının altından para, onu her ne pahasına olursa olsun kazanmaya çalışan şirketler çıkmaktadır. Dünya döndükçe gücün sahibi odaklar değişmiş ama amaçları asla değişmemiştir. İlk başlarda dini kurumlar, daha sonra imparatorlar, bunlardan sonra ise Birleşmiş Milletler veya NATO gibi kurumlar odaklara hakim olmuş, günümüzde ise IMF, Dünya Bankası gibi mali kurumların arkasındaki uluslararası şirketler dünyayı yönetmektedir. Bu gerçeği olduğu gibi odağına alan filmleri sizlerle buluşturmaktayız. Bu görevimizde bize yardımcı olan ve diğer internet sitelerine bu köşeyi taşıyan arkadaşlarımıza da teşekkürü borç biliriz. Bu ayki filmimizin adı Corporation (Şirket). Şimdiye kadar yayınladığımız, Zeitgeist The Movie, Zeitgeist Addendum, Büyük Satış gibi filmlerden önce çekilmiş ve bütün bu üretimlere kaynak olmuş bir belgesel Şirket. 2003 yapımı olan film 2004 yılında da !f Bağımsız Filmler Festivali'nde de gösterildi. Bu 165 dakikalık uzun filmin yaratıcıları ise Jennifer Abbott, Mark Achbar ve Joel Bakan. Film hukuki anlamda bir kişilik olan şirketler için Dünya Sağlık Örgütü, psikologlar ve psikiyatristlerin kullandığı bir seri standart değerlendirmeyle belirlemelerde bulunuyor. Bütün değerlendirmelerden çıkan sonuç şu: Şirketler insan olsaydılar "psikopat" olarak tanımlanırlardı. Belgeselde bir çok tanınmış isim yer alıyor. Dünyanın en büyük şirketlerinin (Goodyear, IBM, Shell, Pfizer) yöneticileriyle ve önemli düşünür ve gazeteciler (Noam Chomsky, Peter Drucker, Milton Friedman, Naomi Klein, Mark Kingwell, Vandana Shiva ve Michael Moore) yapılan röpörtajlar yanı sıra eylemciler, şirket casusları gibi birçok isim kendi bakış açılarıyla şirketlerin psikopat yönünü ortaya çıkarıyorlar. Burada bence en etkileyici olan büyük şirketlerin CEO'larının yaptığı açıklamalar. Kimi yapılanlardan pişmanlık duyuyor ve sistemin düzeltilmesi için aktif rol alıyor. Kimiyse SHELL'in CEO'su gibi alttan alta duyduğu pişmanlıkla kendince açıklamalarda buluyor. Filmi baştan sona seyrettiğinizde içinizi bir karamsarlık ve suçluluk kaplıyor. Filmin sonunda Michael Moore'un sözleri bu durumu aslında çok iyi açıklıyor: "Yani bunun çok ironik olduğunu düşünmüşümdür. Yani tüm bunları yapabiliyorum ve yine neredeyim? Görsel medyadayım. Büyük şirketlerin sahipleri olduğu stüdyolar tarafından yayınlanıyorum. Şimdi ben, temsil ettikleri her şeye karşıyken beni neden yayınlıyorlar? Ve ben onların parasıyla onların inandıklarına karşı çıkıyorum. Tamam mı? Evet çünkü onlar hiç bir şeye inanmazlar. Beni yayınlarlar çünkü bilirler ki benim filmimi veya TV gösterimi izlemek isteyen milyonlarca insan var ve böylece para kazanacaklar. Ve ben de düşüncelerimi ortaya koyabiliyorum çünkü kamyonumu kapitalizmdeki bu inanılmaz kusur tarafından oluşturulmuş yol üstünde sürüyorum, bu yolun adı açgözlülük. Anlatıldığı gibi zengin adam sana ipi satar, onu asacağın ipi, eğer bundan para kazanacağını düşünürse. Evet işte ben o ipim. Umarım... İpin bir kısmı... Ve yine inanırlar ki insanlar beni izlediğinde veya belki bu filmi veya her neyse izlediğinde sanırlar ki bir şey yapmazlar. Çünkü onların beynini uyuşturup onları aptallaştırmada öyle başarılı olmuşuzdur ki, hiç etkilenmeyeceklerdir... İnsanlar divanlarından kalkmayacaklar ve gidip politik bir şey yapmayacaklardır. Buna inanıyorlar. Ben aksine inanıyorum. İnanıyorum ki bir kaç insan bu sinemadan çıkacak veya divanından kalkacak gidip bir şeyler yapacak. Bu dünyayı tekrar elimize geçirmek için herhangi bir şey." Moore'un bu sözleri filmin bir başka bölümünde daha tekrarlanıyor aslında. Kolombiya'daki su savaşlarını daha önce başka filmlerde de size anlatmıştık. Bu filmde de yer alıyor bu savaşlar. Yağan yağmuru bile özelleştiren bir mantığı halkın isyanıyla yıkılması ve suyun Kolombiyalılar’a devri çok etkileyici tabii. Şirket filminde de Kolombiyalı aktivistlerin lideri şunu söylüyor: "Savaşımın zirvesinde, ordu barakalarında kaldı; polis de karakollarında kaldı; Kongre üyeleri görünmez oldu; Vali saklandı ve sonra, istifa etti. Hiçbir otorite kalmamıştı. Tek meşru otorite şehir merkezinde toplanarak büyük topluluklarla kararlar veren halktı. Ve, sonunda su konusunda kararlar verdiler. Sanırım insanlar, hepimiz, genç ve yaşlı, demokrasi susuzluğumuzu gidermeyi başardık. Bir devlet şirketi devraldık teknik problemleriyle ve parasal ve hukuksal problemleriyle, yönetim problemleriyle. Hepsinin üstesinden geliyoruz. Eğer sıradan çalışan insanların kendi sorunlarını çözebildiğini kanıtlayabilirsek, özelleştirilen her şeyi tüm satılanları, yani şirketlerin elindeki her şeyi halkın eline geri alma olanağıyla karşılaşabiliriz. Böylece, çok önemli bir dersi o zaman öğrendim, halkın gücü hiçbir zaman hafife alınmamalıdır. Gösterilerde her zaman tekrar ettiğim sloganın: ‘Halk Birleştiğinde, Asla Yenilmez’ in ne kadar doğru olduğunu bir kere daha anladım." Özelleştirme, bu şirketlerin ilk amacı. Çünkü bu sayede yaşamın içine sızıyorlar, içtiğiniz sudan soluduğunuz havaya kadar sahip oluyorlar. Kısacası sizleri, bizleri köleleştiriyorlar. Buna karşı durmak bir ideolojinin değil insanlığın sorumluluğudur. Bu yazıları okuyanlar internete girip bu filmleri bulup seyretsinler. Kendinize bunu borçlusunuz. Üstelik çoğunun da Türkçe alt yazısı bulunmakta. Son Söz: Para ve kar amacıyla insanoğlu kendini yok etmekte. Kendini yok etmesi yetmezmiş gibi bütün doğayı da mahvetmekte. Bizim anladığımız dünyanın sonu aslında sadece insanlığın sonu olabilir. Biz yok olunca dünya ve doğa yoluna devam edebilir. Bu güzel gezegende kendimizi yok olmaya mahkum etmemiz çok acı. Üstelik bir insanın değil bütün insanlığın ortak işlediği bir suç bu. Bu filmde anlatılan şirketleri yaratan ne? Biz insanlar değil miyiz? Acaba bu filmle de kendi suçumuzu yarattığımız sanal imgenin üstüne atıp rahatlamıyor muyuz? Bizim canavarımız ne şirketler ne başka bir şey. Bizim canavarımız kendimiz iz. Ve en zor savaş da insanın kendisine karşı verdiği savaştır. Aç gözlülüğümüzü, gaddarlığımızı yenmek zorundayız. Buna da her şeyin suçlusunun kendimiz olduğunu kabullenerek başlayabiliriz. Şirket filmi bu başlangıç için iyi bir fırsat sunuyor bize. İyi seyirler...

8 Aralık 2008 Pazartesi

J Krishnamurti ve Bazı yazıları





ALINTILAR

02.11.1961

Hava kapanmıştı, bütün tepelerin üzeri her yönde kümelenen bulutlarla kaplıydı. Yağmur çiseliyordu, en küçük bir gökyüzü parçası görmek bile olanaksızdı; güneş batmıştı, ağaçlar uzakta dimdik yükseliyordu. Kararan gökyüzüne doğru uzanan yaşlı bir palmiye ağacı, bütün ışığı tutuyordu. Irmak kenarı sessiz, kızıl kumları nemliydi, ama kuşlar ötmüyordu, hepsi susmuş, sık yapraklar arasında gizlenmişlerdi. Kuzeydoğudan hafif bir rüzgâr esiyordu, rüzgâr, daha çok yağmur bulutu ve çisenti getirdi, yağmur tam anlamıyla yağmıyordu; ama biraz sonra boşalacaktı. Öndeki yol hoştu, kırmızı, kaba ve kumluydu, karanlık tepeler bu yolun yanından göğe yükseliyordu. Arada sırada bir iki arabanın ve öküz arabalarıyla bir köyden ötekine giden köylülerin geçtiği hoş bir yoldu bu. Köylüler giydikleri paçavraların içinde oldukça pislerdi, iskeletleri sayılıyordu, mideleri içeri çökmüştü, ama hepsi de dimdik ve dayanıklıydı; yüzyıllardır böyle yaşıyorlardı, hiçbir hükümet onları bir gecede değiştiremezdi elbette. Gözleri ne denli bitkin olsa da, bu insanların yüzünde gülümseme eksik olmuyordu. Zorlu bir iş gününden sonra dans edebilirlerdi, içleri kaynıyordu, bu yıl ise, kendilerine daha çok yiyecek, çelimsiz hayvanlarına yem sağlayacak şanslı bir yıl olabilirdi. Yol uzayıp gidiyor, vadinin ağzında birkaç otobüsün ve arabanın geçtiği büyük bir yolla birleşiyordu. Bu yolun üstünde, uzaklarda bir yerde pislik, sanayi, zengin evleri, tapınaklar ve körelmiş zihinlerle dolu şehirler vardı. Ama burada, bu uzayıp giden yolda, yalnızlık, yaşlı ve kayıtsız tepeler vardı.

Bu yolda yürürken beyin bütünüyle boştu; zihin, bütün deneyimlerden, binlerce dün yaşanmışsa da, düne ilişkin bilgilerden özgürdü. Düşüncenin ürünü olan zaman durmuştu; sözün tam anlamıyla, önce ve sonra hiçbir hareket yoktu; hiçbir ileri gidiş, varış ya da öylece duruş söz konusu değildi. Uzaklık bağlamında uzay yoktu; tepeler ve çalılar vardı, ama yüksek ya da alçak değillerdi. Hiçbir şeyle ilişki yoktu, ama köprünün ve üzerinden geçen yolcunun farkına varılıyordu. Düşünce ve duygularıyla beynin yer edindiği zihin bütünüyle boştu; boş olduğu için enerjisi, ölçüye sığmaz bir biçimde derinleşen ve genişleyen bir enerjisi vardı. Bütün karşılaştırmalar, ölçümler düşünceye, dolayısıyla zamana özgüdür. Başkalık zaman kavramı olmayan zihindi; saflığın ve büyüklüğün soluğuydu. Sözcükler gerçeklik değildir; yalnızca iletişim aracıdır, saf ve ölçülemez olan değildir. Yalnızca yokluk vardı.


31.10.1961

Güzel bir akşamdı; hava açıktı, tepeler mavi, menekşe ve koyu mordu; pirinç tarlaları suya doymuş, açıktan metaliğe, koyu parlak yeşile kadar yemyeşil bir renge bürünmüştü; bazı ağaçlar geceye hazır, koyu ve sessizdi, bazısı ise henüz açık renkliydi, gün ışığını tutmayı sürdürüyordu. Bulutlar, batıdaki tepelerin üzerinde koyu renkliydi, kuzeyde ve doğuda ise, koyu mor renkli tepelerin ardında batmakta olan akşam güneşinin yansımasını taşıyordu. Yolda kimseler yoktu, arada bir geçenler de sessiz sedasızdı, gökyüzü artık görünmüyor, bulutlar bütün geceyi doldurmaya hazırlanıyordu. Yine de kayalar, kurumuş ırmak yatağı, karanlığa gömülen çalılar, her şey uyanık görünüyordu. Meditasyon, sessiz ve ıssız yoldan, tıpkı ılık yağmurun tepelerin üstünden geldiği gibi, yaklaşan gece gibi kolayca ve doğalca geldi. Hiçbir çaba yoktu, hiçbir yoğunlaşma ya da dağılma, hiçbir denetim yoktu; düzen, uğraş, yadsıma, kabullenme, meditasyon yapan zihnin sürekliliği de yoktu. Beyin çevresinin farkındaydı, ama tepki vermiyordu, sessizdi, etkilenmemişti, ama tepki vermeden farkındaydı. Son derece sessizdi, sözcükler düşünceyle birlikte yitip gitmişti. Yalnızca o garip enerji her şeyi kaplıyordu--ister enerji, ister başka bir şey deyin, hiçbir önemi yok--derin bir etkisi vardı, nesnesi ya da amacı yoktu; bu yaradılıştı, tuvalsiz, mermersiz; ve yıkıcıydı, insan beynine, ifadeye, yok oluşa özgü değildi. Yanına yaklaşılması, ulamlanması, çözümlenmesi olanaksızdı, düşünce ve duygu onu anlamak için araç olamazdı. Hiçbir şeyle kesinlikle ilişkili değildi, bütün genişliği ve büyüklüğü içinde bütünüyle yalnızdı. Yavaş yavaş karanlık çöken yolda yürürken, 'olanaksız'dan kaynaklanan bir kendinden geçme hali söz konusuydu--başarıdan, isteğe ulaşmadan, bütün o olgunluktan uzak istekler ve yanıtlardan kaynaklanan bir kendinden geçiş değil, 'olanaksız'ın yalnızlığı. Olanaklı mekaniktir, olanaksız zihinde canlandırılabilir, denenebilir ve belki başarılabilir, bu durumda mekanik olmaya zorunludur, Oysa bu kendinden geçme halinin hiçbir kaynağı, hiçbir nedeni yoktu. Yalnızca oradaydı, bir deneyim olarak değil, bir olgu olarak; kabul edilmek ya da yadsınmak, üzerinde tartışmak ve parçalara ayrılmak için değil. Peşinden koşulacak bir şey de değildi, çünkü ona ulaşmak için hiçbir yol yoktur. Her şey var olmak için ölüp ona dönüşmelidir, ölüm, yokoluş; bu sevgidir.

Kirli, yırtık giysiler içindeki yoksul, yorgun işçi, yanında iskelete dönmüş öküzüyle evine dönüyordu



28.10.1961

Koyu yeşil renkli yaprakların arasında kırmızı bir çiçek var, verandadan yalnızca bu çiçeği görebilirsiniz. Tepeler, ırmak yataklarınızın kırmızı kumları, büyük ve yüksek banyan ağacı, pek çok demirhindi ağacı da var, ama yalnızca o neşeli, kıpkırmızı çiçeği görebilirsiniz. Başka hiçbir renk yoktur; şurada burada mavi gökyüzü parçaları, alev saçan ışık bulutları, menekşe renkli tepeler, pirinç tarlasının canlı yeşili, bütün bunlar yitip gider, yalnızca o çiçeğin olağanüstü rengi kalır. Bütün göğü ve vadiyi kaplar, bu çiçek solup dökülecek, yok olacak, ama tepeler yerinde durmayı sürdürecek. Ama bu sabah bu çiçek sonsuzluktu, bütün zamanın ve düşüncenin ötesindeydi; içinde bütün sevgiyi ve sevinci taşıyordu; bu çiçekte duygusal ve romantik saçmalıklar yoktu, hiçbir başka şeyin simgesi değildi. Yalnızca kendisiydi, akşama ölecekti, ama bütün yaşamı barındırıyordu. Uslamladığınız bir şey olmadığı gibi, usdışı, romantik bir düş de değildi; bütün tepeler ve birbirini çağıran sesler kadar gerçekti. Bütün yaşam meditasyonu bu çiçekteydi; yanılsama ancak olgunun etkisi sona erdiğinde var olabilir. Etkilenme, alışkanlık ve sonsuz güven arayışıyla körelmiş ve duyarsızlaşmış bir zihin üzerinde, güzelliği hiçbir yoğun etki yaratmayan böylesine ışık yüklü bir bulut, gerçekliktir. Ünde, ilişkide, bilgide güven arayışı duyarlılığı yok eder, yozlaşma başlar. Şu çiçek, şu tepeler ve azgın mavi deniz, tıpkı nükleer bombalar gibi, yaşamın meydan okumalarıdır; ama yalnızca duyarlı bir zihin bunlara bütünüyle tepki verebilir; yalnızca tam bir tepki hiçbir çatışmaya neden olmaz, çatışma, tepki eksik olduğunda vardır.

Sözde azizler ve sanyasiler zihnin körelmesine ve duyarlılığın yok olmasına büyük katkıda bulunmuşlardır. İnanç ve dogmayla güçlendirilen her alışkanlık, tapınım, ritüel, her duyumsal tepki arındırılabilir ve arındırılmaktadır, ama dikkat içeren farkındalık, duyarlılık bütünüyle farklı bir konudur. İçinizin derinliklerine bakabilmek için duyarlılık kesinlikle zorunludur. Bu içe doğru yapılan hareket, dışa karşı bir tepki değildir; iç ve dış iki aynı harekettir--birbirinden ayrı değildir. Bu hareketin iç ve dış olarak bölünmesi duyarsızlık yaratır. İçe yönelme, dışın doğal akışıdır; için hareketi kendine özgüdür, dışta ifade edilir, ama dışın bir karşı hareketi değildir. Bu bütün hareketin farkına varılması duyarlılıktır.

25.10.1961

Uzun uzun yabani otlar--bir tür çimen--çılgınca büyüyerek bahçeyi bürüyor; ateşte kızdırılmış altın rengindeki üzeri tüylü çiçekleri, rüzgar estikçe parlıyor, neredeyse kırılıncaya dek yana yatıyor, ama ancak güçlü bir rüzgarda kırılıyor. Parlak krem renkli otlar bir yığın oluşturmuş, rüzgar estikçe dans ediyorlar; her bir dalın kendine özgü ritmi, güzelliği var; hepsi birarada hareket ettiğinde bir dalgayı andırıyorlar. O zaman, akşam güneşi altında, tanımlanamaz bir renge bürünüyorlar; bu, gün batımının, yeryüzünün, altından tepelerin ve bulutların rengi. Yanıbaşlarındaki çiçekler öylesine belirgin, öylesine doğaldı ki, insanda bakma arzusu uyandırıyordu. Bu otların garip bir inceliği vardı; çok hafif bir buğday kokusu ve eski zamanların kokusunu taşıyorlardı; sağlam ve saftılar, son derece yaşam doluydular. Güneş koyu renkli tepelerin ardında yiterken, ışık yüklü bir akşam bulutu geçip gidiyordu. Yağmur, toprağa güzel bir koku vermişti, havada hoş bir serinlik vardı. Yağmur geliyordu ve topraklar umut içindeydi.

Birdenbire oldu; içten bir karşılamayla, beklenmedik bir anda odadaydı. Kişi yalnızca kısa bir süre için odaya girmişti; pek çok şeyden konuşuyorduk, pek önemli olmayan şeylerden. Bu birini bekleyen başkalıkla odada karşılaşmak son derece şaşırtıcıydı; orada öylesine açık bir çağrıyla bekliyordu ki, özrün bir değeri olamazdı. Birçok kez, Common'da [Wimbledon Common. Mayıs ayında Wimbledon'daki bir evde kaldığı Londra günlerini anımsıyor.], buralardan uzakta, ağaçların altında, çokça kullanılan bir patikada, patikayı hemen döndüğünüz yerde bekliyor olurdu, kişi orada ağaçların yanında şaşkınlık içinde, bütünüyle açık, savunmasız, dili tutulmuş bir halde, hareketsiz kalakalmıştı. Bu bir düş, bir yanılgı değildi; rastlantı eseri yanında bulunan kişi de aynı şeyi duyumsadı. Zaman zaman, sevgi dolu, içten bir karşılamayla orada bekliyordu, bu gerçekten inanılmaz bir şeydi. Her seferinde yeni bir niteliğe, yeni bir güzelliğe, yeni bir ciddiyete bürünüyordu. Bu odada aynı durum, bütünüyle yeni, bütünüyle beklenmedik bir şey vardı. Zihni dinginleştiren ve bedeni hareketsiz bırakan, bu güzellikti; zihni, beyni ve bedeni yoğun bir biçimde dikkatli ve duyarlı bir hale getirmişti; bedeni titretiyordu, ama birkaç dakika içinde bu hoş başkalık, geldiği gibi bir anda yitip gitti. Böyle bir olayı hiçbir düşünce ya da duygu düşleyemezdi. Düşünce sınırlıdır ve duygu son derece zayıf ve aldatıcıdır; her ikisi, çılgınca çaba gösterse de, bu olayları gerçekleştiremez. Bu olaylar düşünce ve duyguya göre, güç ve saflık açısından çok büyük, son derece olağanüstüdür; düşünce ve duygunun kökleri vardır, bunlarınsa yoktur. Ne çağrılabilirler, ne de elde tutulabilirler; düşünce-duygu her türlü zekice ve düşsel hileye başvurabilir, oysa başkalığı uyduramaz ya da kapsayamazlar. Başkalık kendi başınadır ve ona hiçbir şey dokunamaz.




24.10.1961


Ay tepelerin üzerinde yeni yeni yükseliyordu, onu olağanüstü bir biçime bürüyen uzun, yılan gibi bir buluta yakalanmıştı. Öylesine büyüktü ki, tepeler, topraklar, yeşil çayırlar yanında cüce gibi kalmıştı; yükseldiği alan daha açıktı, daha az bulut vardı, ama ay kısa sürede koyu renkli yağmur bulutlarının arasında gözden yitti. Yağmur çiselemeye başlamış, toprak ferahlamıştı. Buralarda pek sık yağmur yağmaz, onun için her damla değerlidir. Banyan, demirhindi ve mango ağaçlarının biraz beklemesi gerekirdi, ama küçük bitkiler ve pirinçler azıcık bir yağmurda bile sevinirdi. Ne yazık ki bu birkaç damla da kesildi ve ay berrak gökyüzünde parlamaya başladı. Kıyıda yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu, ama burada, yağmura gerek duyulan yerde, yağmur bulutları geçip gitmişti. Güzel bir akşamdı, çevreye kopkoyu gölgeler vuruyordu. Ay son derece parlak, gölgeler son derece hareketsizdi ve yağmurla yıkanan yapraklar parıl parıl parlıyordu. Konuşup yürürken, sözcüklerin ve gecenin güzelliğinin ardında bir yoğunlaşma yaşanıyordu, Büyük bir derinliğe, içten dışa, dıştan içe coşarak yoğunlaşmaya devam ediyor, patlıyor, yayılıyordu. Farkına varılıyordu, işte orada gerçekleşmekteydi; deneyimlenmiyordu, hayır, deneyimlemek sınırlandırmaktır; yalnızca oluyordu. Hiçbir şeyin katılımı söz konusu değildi; düşünce bunu paylaşamazdı, çünkü düşünce son derece boş ve mekanik bir şeydir, duygunun da hiçbir ilgisi olamazdı; düşünce için de, duygu için de rahatsız edici düzeyde etkin bir durumdu hu. Böylesine bilinmez bir derinlikte gerçekleşiyordu, ölçülemez bir derinlikte. Ama çok büyük bir dinginlik vardı. Oldukça şaşırtıcı, ama kesinlikle sıradan değil.

Koyu renkli yapraklar parlıyordu, ay oldukça yükseğe çıkmıştı; batı kıyısının üzerinde odaya doluyordu. Şafağa daha saatler vardı, çevrede hiç ses yoktu, acı acı havlayan köpekler bile sessizdi. Uyanıldığında, tam oradaydı, açık seçik ve kararlı bir biçimde; orada başkalık vardı, uykuya değil, uyanıklığa gereksinim vardı. Son derece açıktı, ne olduğunun farkına varmak, tam bilinçle ne olduğunun farkına varmak gerekiyordu.

Uyuyorsanız bu elbette bir düş, bilincin bir göstergesi, beynin bir oyunu olabilirdi; ama bütünüyle uyanıkken, bu garip ve bilinemeyen başkalık, elle tutulur bir gerçek, bir olguydu, kesinlikle bir yanılsama, bir düş değildi. Deyim yerindeyse, hafiflik ve anlaşılamaz bir güç niteliğine sahipti. Yine de bu sözcüklerin belirli, kesin ve iletilebilir anlamları var, ama başkalık sözcüklere dökülmek zorunda olduğunda, bütün anlamlarını yitiriyor; sözcükler simgedir, ama hiçbir simge gerçekliği yansıtamaz. Orada öylesine bozulmaz bir güçle duruyordu ki, hiçbir şey onu yok edemez, ona yaklaşamazdı. Alışkın olduğunuz bir şeye yaklaşabilirsiniz, iletişim kurabilmek için aynı dilden konuşmalısınız, sözlü ya da sözsüz bir düşünce süreciniz olmalı, her şeyin ötesinde karşılıklı tanışıklık olmalı. Bunların hiçbiri yoktu. Siz, bunun böyle ya da başka türlü bir şey olduğunu, böyle ya da başka nitelikleri olduğunu söyleyebilirsiniz; ama o oluş anında söze gelen hiçbir şey yoktu, çünkü beyin bütünüyle dingindi, hiçbir düşünce hareketi söz konusu değildi. Başkalık hiçbir şeyle ilişkili değildir, bütün düşünce ve oluş bir etki-tepki sürecidir, bu nedenle o anı anlamak ya da ilişkisini anlamak söz konusu değildi. O, yanına yaklaşılamayan bir alevdi, ona yalnızca uzaktan bakabilir, yanına yaklaşamazdınız. Birdenbire uyanınca oradaydı. Onunla birlikte beklenmeyen bir kendinden geçiş, uslamlanamayan bir coşku hali geldi; nedeni yoktu, çünkü hiçbir biçimde aranmamış, hiç peşinden koşulmamıştı. Her zamanki saatte uykudan uyanınca bu kendinden geçme hali yinelendi; oradaydı ve uzunca bir süre devam etti.


Pasifik

Pasifik'in mavisi Akdeniz'in o olağanüstü mavisi gibi hoş açık bir mavi, özellikle kıyı şeridi boyunca kuzeye doğru yol alırken, batıdan hafif bir rüzgar estiğinde. Sakin, pırıl pırıl, berrak ve neşeli. Arasıra balinaların kuzeye doğru giderken su püskürttüğünü, ender de olsa o devasa başlarını sudan dışarı çıkarttıklarını görürsünüz. Balinaların hepsi biraraya toplanmış, su püskürtüyordu. Bu hayvanlar çok güçlü olmalı. O gün deniz göl gibiydi, durgun ve tam anlamıyla dingin, tek bir dalga bile yoktu; o berrak, dans eden mavisi de yoktu. Deniz uyumaktaydı, insanda hayranlık uyandırıyordu. Ev denize yukarıdan bakıyordu. [Bu ev, Krishnamurti'nin Malibu'da kaldığı zaman kullandığı ev.] Güzel bir ev, büyük bahçesiyle, çimenlik alanıyla, çiçekleriyle. Kaliforniya'nın güneşiyle aydınlanan çok ferah bir ev. Bu evi tavşanlar da severdi. Sabah erken, gece de geç gelirlerdi; çiçekleri, yeni dikilmiş hercaileri, kadife çiçeklerini ve çiçek açmış küçük bitkileri silip süpürürlerdi. Her tarafta tel örgüler olmasına rağmen, onları tutamazdınız, onları öldürmek de suç olurdu. Ama kedi ve baykuş bahçenin düzenini sağlarlardı; siyah kedi bahçede başıboş gezerdi; baykuş gün ortasında ince okaliptüs dallarından birine tünerdi. Onu hareketsiz, yuvarlak ve büyük gözlerini kapatmış bir halde görebilirdiniz. Tavşanlar gözden kaybolur, bahçe yeşerir ve mavi Pasifik usul usul akardı.

Yalnızca insan evrenin düzenini bozar. İnsan, acımasız ve son derece şiddet yüklüdür. Nerede olursa olsun kendisinde, dünyada sefalete ve karışıklığa neden olur. Yakıp yıkar, yok eder, şefkati yoktur. Kendi içinde düzeni yoktur, dokunduğu şey kirlenir ve karmaşıklaşır. İktidara, hileye dayanan, kişisel ve milliyetçi, grupları birbirine düşüren, çetelere özgü bir politikası vardır. Ekonomisi sınırlıdır, dolayısıyla evrensel değildir. Toplumu özgür de olsa, zulüm altında da olsa ahlaksızdır. İnanmasına, tapınmasına ve bitmek tükenmek bilmeyen anlamsız ritüeller gerçekleştirmesine rağmen dindar değildir. Neden böylesine zalim, sorumsuz ve bütünüyle ben merkezli bir hale gelmiştir? Neden? Bunun yüzlerce açıklaması vardır, kitaplardan ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden elde edilen bilgilerle kurnazca açıklama yapanlar, beşeri kedere, tutkuya, gurura ve ihtirasa kapılırlar. Tanım tanımlanan değildir; söz şey değildir. Dış nedenler aradığı için mi, çevre insanı biçimlendirdiği için mi, dış dünyada yaşadığı değişimlerin kendi içindeki insanı dönüştüreceğini umduğu için mi? Duygularına bağımlı olduğu, anlık gereksinimlerine yenik düştüğü için mi? Bütünüyle düşünce ve bilgi aktarımı içinde yaşadığı için mi? Yoksa çok romantik, duygusal olduğu için mi idealleri, düşleri, büyüklenmeleri söz konusu olduğunda bu derece zalimleşebilir? Birileri ona sürekli önderlik ettiği için, kendisi bir takipçi olduğu için mi yoksa bir lidere, bir guruya dönüştüğü için mi?

Bu iç ve dış ayrımı, çatışmalarının ve sefilliğinin başlangıcıdır. Bu çelişkiye, bir ezeli gelenek ağına yakalanır. İnsan, bu anlamsız ayrıma yakalanınca, yiter ve başkalarının esiri haline gelir. Dış ve iç, düşüncenin imgelemi ve uydurmasıdır; düşünce bölük pörçük olduğu için düzensizlik ve çatışma yaratır, bu bölünmedir. Düşünce, düzeni, erdemin zahmetsiz bir biçimde akışını sağlayamaz. Erdem bellekteki şeylerin, tapınımın sürekli yinelenmesi değildir. Düşüncenin bilgisi zamanı bağlar. Düşünce doğası ve yapısı gereği yaşamın tüm akışını tam bir hareket olarak yakalayamaz. Düşüncenin bilgisinin bu bütünlük karşısında içgörüsü yoktur; algılayan konumunda, dışarıdan içeri bakan konumunda olduğu sürece, seçim yapmadan bu bütünlüğün farkında olamaz. Düşüncenin bilgisinin algılamada bir yeri yoktur. Düşünen düşüncedir; algılayan algılanandır. Ancak böyle olduğunda günlük yaşamımızda çabasız bir hareket söz konusu olabilir.


Doğa

Doğayla bağınızı kaybederseniz, insanlıkla da bağınızı kaybedersiniz. Doğayla hiçbir ilişkiniz yoksa, zamanla katile dönüşürsünüz; yavru fokları, balinaları, yunusları, insanları çıkar için, "spor" olsun diye, yiyecek için ya da bilgi için öldürürsünüz. O zaman doğa sizden korkar, güzelliklerini geri çeker. Ağaçlar arasında uzun yürüyüşlere çıkabilir, hoş mekanlarda kamp yapabilirsiniz, ama yine de bir katilsinizdir, dolayısıyla o güzelliklerle dostluğunuzu kaybedersiniz. Büyük bir olasılıkla hiçbir şeyle, karınızla ya da kocanızla ilişkide değilsiniz; hep kendi özel düşüncelerinizle, zevklerinizle, acılarınızla uğraşırsınız. Kendi karanlık, soyut dünyanızda yaşarsınız, buradan kaçış yolunuz daha da koyu karanlıktır. İlgi alanınız umursamaz, kolaycı ya da şiddet dolu kısa bir yaşam sürmektir. Sizin sorumsuzluğunuz nedeniyle binlerce insan açlıktan ölür ya da kıyıma uğrar. Dünyanın düzenini yalancı, ahlaktan yoksun siyasetçilere, entelektüellere, uzmanlara bırakırsınız. Kendi içinizde bütünlüğünüz olmadığı için ahlaktan ve dürüstlükten yoksun, yalnızca bencillik üzerine temellenen bir toplum kurarsınız. Sonra da yalnızca sizin sorumlu olduğunuz bütün bu şeylerden deniz kıyısına ya da ormana kaçar ya da "spor" yapmak için silah taşırsınız.

Bütün bunları biliyor olabilirsiniz, ama bilgi dönüşüm yaşamamızı sağlamaz. Ancak bütünlük duygusuna sahip olduğunuzda evrenle ilişkide olabilirsiniz.




Jiddu Krishnamurt Hayatı

Jiddu Krishnamurti 12 Mayıs 1895'te Hindistan'ın Madanapalle bölgesinde doğdu. Brahman bir ailenin sekizinci çocuğuydu. Ailesi Tanrı Krishna'ya bir saygı göstergesi olarak adını Krishnamurti koydu. Çocukluğunda çok cömert, içedönük ve sessiz biriydi; kendisiyle hizmetçiler arasında ayrım görmez, saatlerce pencere kenarında oturarak uzaklara dalar, böcekleri, kayaları, yaprakları incelerdi. On yaşındayken annesi ölünce babası çocuklara bakamayacak duruma geldi. Krishnamurti'nin babası Theosophical Society adlı bir derneğin üyesiydi; Helena Blavatsky tarafından 1831 yılında kurulan bu derneğin amacı insanlığı Dünya Öğretmeni Maitreya'nın yeryüzüne yeniden gelişine hazırlamaktı. Blavatsky öldükten sonra bu sorumluluğu Annie Besant ve C.W. Leadbeater üstlenmişlerdi.1909 yılında kumsalda kendisinden üç yaş küçük erkek kardeşi Nityananda'yla oynayan Krishnamurti'yi görünce Leadbeater 13 yaşındaki bu çocuğun aura'sının bencillikten bütünüyle yoksun olduğunu gördü ve aradıkları dünya öğretmeninin Krishnamurti olduğunu düşündü. Bunun üzerine derneğin genel başkanı Besant'a tanıtıldıklarında Besant bu iki kardeşten öylesine etkilendi ki onların eğitimini üstlendi. Theosophical Society'nin önderleri Dünya Öğretmeninin Krishnamurti'nin bedeninde geri gelişine hazırlanmak amacıyla 1911 yılında Doğu Yıldızı Örgütü'nü (Order of the Star in the East) kurdular ve örgütün başına genç Krishnamurti'yi getirdiler. Artık Krishnamurti çocuklara ve büyüklere ders veriyor, Annie Besant'la birlikte yurtdışına çıkarak konuşmalar yapıyordu.

1911'de kendisine verilen 'Alcyone' adı altında At the Feet of the Master (Ustanın Dizinin Dibinde) başlıklı ilk kitabı yayınlandı. Besant kitaba yazdığı önsözde bu kitabın Krishnamurti'nin dünyaya sunduğu ilk armağan olduğunu yazıyordu. İngiltere'de on yıl eğitim gördü, 1920 yılında Paris'te üniversiteye yazıldı. 1921'de kardeşi Nityananda'nın rahatsızlanması üzerine Hindistan'a döndü, 1922'de kardeşiyle birlikte geldiği Kaliforniya'nın Ojai bölgesinde geri kalan yaşamını bütünüyle değiştirecek bir deneyim yaşadı. İki hafta boyunca her gün yaklaşık otuz dakika meditasyon yapmıştı, bu iki hafta sonunda ensesinde çok büyük ağrılar duymaya başladı. Öylesine duyarlı bir duruma gelmişti ki en küçük sesleri bile algılıyordu; içini bir ateş kaplamıştı. Bu hali üç gün boyunca sürdü. Krishnamurti bir ağacın altında yaşadığı deneyimi iki gün sonra şöyle açıklıyordu: "... Bedenimden çıktığımı duyumsadım. Ağacın narin, yumuşak yapraklarının altında oturduğumu gördüm. Yüzüm doğuya dönüktü. Bedenim önümde duruyordu ve başımın üstünde parlak ve apaçık Yıldızı görüyordum..."

Metnin bütünü
(Krishnamurti'nin anlatımı


Avustralya'dan ayrıldığımdan beri Kuthumi'nin bana oradayken verdiği mesaj hakkında düşünüp taşınıyordum. Doğal olarak onun buyurduklarına olabildiğince çabuk ulaşmayı istiyordum, ama önüme koyulan ideallere ulaşmada en iyi yöntemin ne olduğu konusunda bir ölçüde emin değildim. Diyebilirim ki düşünmeden geçirdiğim bir gün bile olmadı, ama bunun son derece sıradan ve özensiz bir düşünme olduğunu utanarak söylemek zorundayım. Ama Kuthumi'nin mesajı her an zihnimin bir köşesindeydi. 3 Ağustos 1922'den beri her sabah düzenli olarak yaklaşık 30 dakika meditasyon yapıyordum. Şaşırtıcı bir biçimde oldukça kolaylıkla yoğunlaşabiliyordum, ve birkaç gün içinde nerede hata yaptığımı ve yapmış olduğumu görmeye başladım. Hemen, bilinçli olarak, geçmiş yılların yanlış birikimlerini yok etmeye koyuldum. Aynı hızla amacıma ulaşmanın yollarını ve araçlarını bulmaya giriştim. Öncelikle bütün öteki bedenlerimi Budik düzeyde uyuma kavuşturmam gerektiğini fark ettim, bunu yapabilmem için benliğimin bu düzeyde ne istediğini bulmalıydım. Çeşitli bedenler arasında uyum sağlayabilmek için onların da bu düzeydekiyle aynı hızda titreşmesini sağlamalıydım, ve bunun için bu düzeydekinin yaşamsal ilgisinin ne olduğunu bulmalıydım.

Beni şaşırtan bir rahatlıkla bu yüksek düzeydeki temel ilginin Maitreya'ya ve diğerlerine hizmet etmek olduğunu buldum. Fiziksel zihnimde bu düşünce son derece açıktı, öteki bedenlerin de tıpkı soylu ve tinsel düzeyde olduğu gibi devinmesini ve düşünmesini sağlamalı ve denetlemeliydim. Üç haftadan kısa bu süre içinde, gün boyunca Maitreya'nın imgesini zihnimde tutmaya yoğunlaştım ve bunu yapmakta hiç güçlük çekmedim. Dinginleştiğimi ve çok daha huzurlu olduğumu fark ettim. Yaşama bakışım bütünüyle değişmişti. Sonra 17 Ağustos'ta ensemde keskin bir ağrı başladı, meditasyonu 15 dakikaya indirmek zorunda kaldım. Ağrının geçmesini umuyordum, ama daha da arttı. 19'unda doruk noktasına ulaştı. Düşünemiyordum, hiçbir şey yapamıyordum, buradaki arkadaşlar beni yatıp dinlenmeye zorladılar. Sonra hemen hemen bütün bilincimi yitirdim, ama yine de çevremde neler olup bittiğinin farkındaydım. Her gün öğle saatlerinde kendime geliyordum.

İlk gün, bu haldeyken ve çevremdeki şeylerin bilincindeyken, ilk olağandışı deneyimi yaşadım. Yolu onaran bir adam vardı; o adam bendim; elindeki kazma bendim; kırdığı taş benim bir parçamdı; ince ot tanesi benim varlığımdı, adamın yanındaki ağaç bendim. Neredeyse adamla aynı şeyleri duyumsuyor ve düşünüyor, ağacın dalları arasında esen rüzgarı, otun üstündeki küçük karıncayı duyumsayabiliyordum. Kuşlar, toz toprak, gürültü benim bir parçamdı. Tam o sırada az uzaktan bir araba geçti; sürücüsü, motoru, tekerlekleri bendim; araba benden uzaklaştıkça ben de kendimden uzaklaşıyordum. Ben her şeydeydim, ya da dahası her şey bendeydi, canlı ve cansız her şey; dağ, solucan ve soluk alıp veren bütün her şey.

Bütün gün bu mutluluk halini yaşadım. Hiçbir şey yiyemiyordum, saat altıda yine fiziksel bedenimi yitirmeye başladım, doğal olarak fiziksel öğe istediğini yapıyordu; yarı bilinçliydim.

Ertesi günün sabahı (20 Ağustos) hemen hemen bir önceki gün gibiydi, odada çok insan olmasına dayanamıyordum. Onları oldukça garip bir biçimde duyumsuyordum, titreşimleri beni sinirlendiriyordu. O akşam saat yine altıya doğru her zamankinden daha da kötüleştim. Kimsenin yanımda durmasını ya da bana dokunmasını istemiyordum. Son derece yorgun ve güçsüzdüm. Sanırım aşırı bunalmadan ve fiziksel denetim yokluğundan dolayı ağlıyordum. Başım oldukça kötüydü, sanki tepesine iğneler batırıyorlardı. Bu haldeyken, yattığım yatak düşünemeyeceğiniz kadar pis ve kötü geliyordu bana, oysa bir önceki gün de yattığım yatak aynısıydı. Birden yerde oturduğumu fark ettim, Nitya ve Rosalind yatağa yatmamı söylüyorlardı. Onlara bana dokunmamalarını, yatağın pis olduğunu söyledim. Bir süre daha böyle geçti, sonunda verandaya çıktım, kısa bir süre bunalmış ama biraz daha dingin olarak oturdum.

Kendime gelmeye başladığımda Bay Warrington evin yakınındaki biber ağacının altına gitmemi söyledi. Orada bağdaş kurarak meditasyon yaptım. Bir süre böyle oturduktan sonra bedenimden çıktığımı duyumsadım, ağacın narin, yumuşak yapraklarının altında oturduğumu gördüm. Yüzüm doğuya dönüktü. Bedenim önümde duruyordu ve başımın üstünde parlak ve apaçık Yıldızı görüyordum. Sonra Buda'nın titreşimini duydum; Maitreya'yı ve Kuthumi'yi gördüm. Öylesine mutlu, dingin ve huzurluydum. Hâlâ bedenimi görebiliyor, onun çevresinde dönüyordum. Havada ve gölde o kadar derin bir dinginlik egemendi ki fiziksel bedenimi ve zihnimi duyumsuyordum. Yüzeyde hareketler altüst edilebilirdi, ama hiçbir şey, evet hiçbir şey, ruhumun dinginliğini bozamazdı. Ulu varlıklar bir süre benimle birlikte kaldılar, sonra gittiler.

Gördüklerimden dolayı inanılmaz ölçüde mutluydum. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Yaşamın kaynağından berrak ve arı sular içtim, susuzluğum yatıştı; artık bir daha susayamam. Artık bir daha zifiri karanlıkta kalamam; Işığı gördüm. Bütün acıyı ve üzüntüyü iyileştiren şefkate dokundum; kendim için değil, dünya için. Dağın doruğuna çıktım ve Ulu Varlıkları seyrettim. Bir daha karanlıkta kalamam; görkemli ve iyileştiren Işığı gördüm. Hakikatin kaynağı bana açıldı ve karanlık dağıldı. Bütün görkemiyle Aşk kalbimi sarhoş etti; kalbim bir daha asla kapanamaz. Sevincin ve sonsuz Güzelliğin kaynağından içtim. Tanrıyla sarhoş oldum.






Krishnamurti bu deneyimi yaşadığında yanında kardeşi Nityananda da vardı. O da o gün yaşananları şu sözlerle anlatmıştı: "... Her yer ulu bir varlıkla doldu, dizlerimin üstüne çöküp yere kapanmak istedim, çünkü hepimizin kalbindeki Büyük Lordun geldiğini biliyorduk, onu göremesek de varlığının görkemini duyumsuyorduk. Sonra Rosalind gözlerini açtı ve gördü..."

Metnin Bütünü


Nityananda'nın anlatımı

Bay Warrington tam zamanında yetişti. Evin önünde birkaç metre uzakta narin, ince yeşil yaprakları olan genç bir biber ağacı var, şimdi dalları kokulu çiçeklerle dolu, bütün gün boyunca vızıldayan arılar, küçük kanaryalar ve sinek kuşları ona dadanıyor. Bay Warrington Krishna'nın o ağacın altına gitmesinde ısrar etti. Krishna ilkin gitmedi, ama sonra kendi isteğiyle gitti. Yıldızların aydınlattığı bir karanlık vardı, Krishna gökyüzüne uzanan ince, kara yaprakların altında oturuyordu. Hâlâ bilinçsizce mırıldanıyordu, ama birden rahatlayarak içini çekti ve bize "Oh, beni buraya neden daha önce göndermediniz?" dedi. Ardından kısa bir sessizlik oldu.

Sonra bir ezgi mırıldanmaya başladı. Neredeyse üç gün boyunca ağzından tek bir söz çıkmamış, bedeni bu yoğun gerilim nedeniyle bitkin düşmüştü. Oldukça yorgun bir sesle Adyar'daki tapınakta her gece söylenen mantrayı okuyordu. Sonra sessizlik oldu.

Yıllar önce Taormina'da Krishna, Buda'nın dilenci giysileri içindeki güzel bir resmine derinlere dalmış gözlerle baktığında, mutluluk dolu bir an, tanrısal Ulu Varlığı duyumsamıştık. Bu gece de Krishna genç biber ağacının altında şarkısını bitirince, Bo ağacının altında oturan Buda'yı düşündüm, ve yine, Krishna'yı daha önce kutsadığında olduğu gibi, huzur dolu vadiye bir ışık dalgası yayıldığını duyumsadım. Gözlerimizi ağaca dikmiş her şeyin yolunda olup olmadığını merak ediyorduk, çünkü artık tam bir sessizlik egemendi. Bakarken birden ağacın üstünde büyük bir Yıldızın parladığını gördüm, Krishna'nın bedeninin Ulu Varlık için hazırlandığını anladım. Eğilip Bay Warrington'a Yıldızı gösterdim.

Her yer ulu bir varlıkla doldu, dizlerimin üstüne çöküp yere kapanmak istedim, çünkü hepimizin kalbindeki Büyük Lordun geldiğini biliyorduk, onu göremesek de varlığının görkemini duyumsuyorduk. Sonra Rosalind gözlerini açtı ve gördü. Yüzü hiç kimsede görmediğim bir biçimde değişti, çünkü o gecenin görkemini fiziksel gözlerle görecek kadar kutsanmıştı. Bize "O'nu görüyor musunuz, O'nu görüyor musunuz?" derken yüzünün biçimi değişiyordu, kutsal Maitreya'yı görmüştü. O'nu bir anlığına da olsa görebilmek için milyonlarca insan O'nun beden bulmasını bekler, ama Rosalind'in masum gözleri vardı ve O'na büyük bir içtenlikle hizmet etmişti. O'nu göremeyen bizlerse yıldızların ışığı altında Rosalind'in kendinden geçmiş solgun yüzüne yansıyana gecenin Nurunu seyrediyorduk.

Rosalind'in bakışlarını hiçbir zaman unutmayacağım; ben göremiyordum ama Maitreya'nın varlığı içimi doldurmuştu, O'nun bize döndüğünü ve Rosalind'e bir şeyler söylediğini duyumsuyordum; "Yapacağım, yapacağım" diye yanıt verirken Rosalind'in yüzü kendinden geçmiş bir halde kutsallıkla parlıyordu; sanki büyük bir sevinçle söz veriyordu. Ona baktığımda yüzünün nasıl göründüğünü asla unutamayacağım; neredeyse ben bile onun gördüğüyle kutsanmıştım. Yüzü kalbinin nasıl kendinden geçtiğini gösteriyordu, varlığının en derin yanı O'nun varlığıyla alev alev yanıyordu, ama gözleri görüyordu. Sessizce O'nun beni hizmetçisi olarak kabul etmesi için yalvardım, hepimizin kalbi bu yalvarışla dolmuştu. Uzaklarda alçak sesle tanrısal bir ezginin çaldığını duyduk; Gandharva'ları göremesek de hepimiz onları duyuyorduk.

Varlıkların ışıması ve görkemi yaklaşık yarım saat sürdü. Rosalind her şeyi görüyor, titriyor, neredeyse sevinçten hıçkırıklara boğuluyordu, sık sık "Bakın, görüyor musunuz?" ya da "Müziği duyuyor musunuz?" diye soruyordu. Hemen ardından Krishna'nın ayak seslerini duyduk ve karanlığın içinden beyaz giysiler içinde geldiğini gördük; her şey sona ermişti. Rosalind, "İşte geliyor; gidin getirin onu" diye bağırdı ve neredeyse baygın bir halde sandalyesine yığıldı. Kendine geldiğinde ne yazık ki hiçbir şey, hiçbir şey anımsamıyordu; belleğinden hepsi silinmişti, yalnızca kulaklarında müziğin sesi kalmıştı.



1924 yılında Hollandalı soylu Baron van Pallandt Ommen'deki şatosunu Krishnamurti'ye armağan etti. Krishnamurti burada binlerce kişiye konuşmalar yaptı. 1925 yılında Nityananda'nın ani ölümü onu derinden sarstı. Bütün bunlar gerçekleşirken Krishnamurti giderek kendini içinde bulunduğu örgütten uzaklaşmış hissediyordu. Kaliforniya'da yaşadığı yıllarda düşüncelerinde büyük değişimler olmaya başlamıştı. Gün geçtikçe Maitreya'nın, Kuthumi'nin, Buda'nın ve diğerlerinin adını daha az anıyor, sık sık bir 'Sevgili'den söz ediyordu: "Sevgili ile ne demek istediğimi soruyorlar. Açıklayayım, siz istediğiniz gibi anlayın. Benim için O Krishna, Kuthumi, Maitreya, Buda--bunların hepsi, ama hepsinin biçiminin ötesinde. Ne ad verdiğiniz ne fark eder ki?... Benim Sevgilim gökler, çiçekler, her bir insan. Ben Sevgilimle birleştim ... ve siz Onu her bir hayvanda, her bitkide, acı çeken her insanda göremedikçe anlayamayacaksınız." Yazdıkları ve söyledikleri onu eğitmiş olanların ve kurtarıcı olmasını isteyenlerin bekledikleri yazılar ve sözler değildi. Onun başkaldırdığını söylediler. Krishnamurti Life in Freedom (Özgür Yaşam) adlı kitabında şöyle yazıyordu: "Her şeye başkaldırıyorum. Başka insanların kendilerini üzerimde yetke saymalarına, başkaları tarafından eğitilmeye, başkalarının bildiklerini bana kabul ettirmeye çalışmalarına başkaldırıyorum. Kendim bulmadıkça hiçbir şeyi doğru kabul etmiyorum. Başkalarının benden farklı düşünmesine karşı değilim, ama onların bana düşüncelerini, yaşamla ilgili görüşlerini zorla kabul ettirmeye çalışmalarına katlanamıyorum. Daha küçük bir çocukken de başkaldırıyordum. Dinliyor, izliyor, ama bir yandan da sözlerin yanılsamasının ardındaki hakikati arıyordum."

Krishnamurti 1929 yılında 34 yaşındayken kendisine yüklenen kurtarıcı imgesini büyük bir kararlılıkla yadsıyarak Doğu Yıldızı Örgütü'nü dağıttığını açıkladı. Ommen'de 3000 örgüt üyesinin önünde yaptığı konuşma radyodan da binlerce kişi tarafından dinleniyordu. Krishnamurti sayıları o tarihte 60.000'e varan üyeye şöyle sesleniyordu: "Hakikat ülkesinin yolu yoktur ve ona ne olursa olsun hiçbir yolla, hiçbir dinle, hiçbir mezheple ulaşamazsınız ... Ben hiçbir tinsel örgütün üyesi olmak istemiyorum; lütfen bunu anlayın ... Eğer bu amaçla örgüt kurulacak olursa, bir engel, zayıflık, köstek halini alır ve bireyi sakatlar, onun büyümesini, özgün biri olmasını engeller, oysa bu, insanın saltık, koşulsuz hakikati keşfetmesinde temeldir ... Şimdi başka örgütler kurabilir, başka birinin sizi kurtarmasını bekleyebilirsiniz. Ben bununla ilgilenmiyorum, kendinize yeni kafesler örüp bu kafesleri yeni biçimlerde süslemenizle de ilgilenmiyorum. Benim tek ilgilendiğim insanı kesin olarak, koşulsuz olarak özgürleştirmek."

Metnin bütünü

Bu sabah Doğu Yıldızı Örgütü'nü dağıtma kararını tartışacağız. Pek çoğunuz sevinecek, diğerleri de oldukça üzülecek. Bu sevinilecek ya da üzülünecek bir durum değil, çünkü açıklayacağım gibi kaçınılmaz bir durum...

Hakikat ülkesinin yolu yoktur ve ona ne olursa olsun hiçbir yolla, hiçbir dinle, hiçbir mezheple ulaşamazsınız... Benim görüşüm bu ve bunda kesinlikle, koşulsuz olarak ısrarlıyım. Hakikat sınırsız, koşulsuz ve herhangi bir yolla ulaşılamaz olduğu için örgütlenemez de; insanları belirli bir yolda yürümeye yönlendirecek ya da zorlayacak bir örgüt de kurulmamalıdır. Önce bunu anlarsanız, bir inancı örgütlemenin ne kadar olanaksız olduğunu görürsünüz. İnanç kuşkusuz bireyseldir ve onu örgütleyemezsiniz, örgütlememelisiniz. Örgütlediğiniz anda ölür, durağanlaşır; başkalarına dayatılacak bir mezhebe, bir dine dönüşür.

Bütün dünyada insanların yapmaya çalıştıkları bu. Hakikatin alanı daraltılıyor ve güçsüzlerin, yalnızca o an için hoşnutsuz olanların bir oyuncağı durumuna sokuluyor. Hakikat indirilemez, bireyin ona yükselmek için çaba göstermesi gerekir. Dağın tepesini vadiye indiremezsiniz...

İşte benim görüşüme göre, Yıldız Örgütü'nün dağıtılmasını gerektiren nedenlerden ilki bu. Buna karşın, büyük olasılıkla başka örgütler kuracaksınız, hakikati arayan başka örgütlere üye olacaksınız. Ben hiçbir tinsel örgütün üyesi olmak istemiyorum; lütfen bunu anlayın...

Eğer bu amaçla örgüt kurulacak olursa, bir engel, zayıflık, köstek halini alır ve bireyi sakatlar, onun büyümesini, özgün biri olmasını engeller, oysa bu, insanın saltık, koşulsuz hakikati keşfetmesinde temeldir. Örgütün başkanı olarak dağıtma kararı almamın başka bir nedeni de bu.

Bu olağanüstü bir iş değil, çünkü kimsenin beni izlemesini istemiyorum ve bunda ciddiyim. Birini izlediğiniz anda Hakikati izlemiyorsunuz demektir. Söylediğime dikkat edip etmediğinizle ilgilenmiyorum. Bu dünyada yapmak istediğim belli bir şey var ve bunu gerçekleştirmekten hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim. Yalnızca bir tek temel şeyle ilgileniyorum, o da insanı özgürleştirmek. Onu bütün kafeslerden, bütün korkulardan özgürleştirmeyi ve yeni dinler, yeni mezhepler, yeni kurumlar ve felsefeler oluşturmamayı arzuluyorum. Neden sürekli dünyanın dört bir yanını gezip konuşmalar yaptığımı soracaksınız doğal olarak. Size bunu ne için yaptığımı açıklayayım; beni izleyen özel bir grup istediğim için değil. Ne bu dünyada ne de tinsel dünyada hiçbir havarim, öğrencim yok.

Beni çeken para ya da rahat bir yaşam sürme arzusu da değil. Rahat yaşamak isteseydim bir kampa gelmez ya da nemli bir ülkede yaşamazdım! Açıkça konuşuyorum, çünkü bunun bir kerede ve sonsuza dek anlaşılmasını istiyorum. Bu çocukça tartışmaların her yıl yinelenmesini istemiyorum.

Benimle söyleşi yapan bir gazeteci binlerce üyesi bulunan bir örgütü dağıtmanın olağanüstü bir iş olduğunu söyledi. Ona göre bu çok büyük bir işti, çünkü şöyle diyordu: "Peki daha sonra ne yapacaksınız, nasıl yaşayacaksınız? Sizi izleyen biri olmayacak, insanlar artık sizi dinlemeyecek." Dinleyecek, yaşayacak, yüzünü sonsuzluğa çevirecek beş kişi olsa, o da yeter. Anlamayan, bütünüyle önyargılara batmış, yeniyi istemeyen, ama yeniyi kendi kısır, durağan benliklerine dönüştürmeyi yeğleyen binlerce insanın olmasının ne yararı var?..

Özgür, koşulsuz, eksik ve göreceli değil ama bütün, sonsuz bütünsel Hakikat olduğum için, beni anlamak, özgür olmak isteyen, beni izlemeyen ve beni kendilerine sonunda bir dine, bir mezhebe dönüşecek bir kafes yapmayan insanlar istiyorum. Bütün korkularından özgür olsunlar yeter -- din korkusundan, kurtuluş korkusundan, tin korkusundan, aşk korkusundan, ölüm korkusundan, yaşam korkusundan. Bir ressam nasıl resim yapmaktan zevk alıyorsa, resim yapmak onun kendini dışa vurma biçimiyse, sevinç kaynağıysa, iyi olmasını sağlıyorsa, bu da benim için aynı; yoksa hiç kimseden hiçbir şey istemiyorum. Siz yetkeye alışıksınız, ya da sizi tinselliğe götürecek bir yetkenin ortamına alışıksınız. Bir başkasını sizi olağanüstü güçleriyle --mucizeyle-- Mutluluk denen o sonsuz özgürlük diyarına götüreceğini sanıyor ve umuyorsunuz. Bütün yaşam görüşünüz bu yetkeye bağlı.

Beni üç yıldır dinliyorsunuz, birkaç kişi dışında kimsede bir değişim olmadı. Şimdi söylediğimi çözümleyin, eleştirin, öyle ki bütünüyle, kökten anlayın...

On sekiz yıldır bu olay için, Dünya Öğretmeninin gelişi için hazırlanıyordunuz. On sekiz yıl kalbinize ve zihninize yeni bir tat verecek, bütün yaşamınızı dönüştürecek, size yeni bir anlayış getirecek, sizi yeni bir yaşam düzeyine taşıyacak, yüreklendirecek, özgürleştirecek birini aradınız, bunun için örgütlendiniz -- şimdi bakın ne oldu! Düşünün, uslamlayın ve bu inancın sizi nasıl farklı biri yaptığını bulun -- rozet takmanız gibi yüzeysel bir farklılıktan söz etmiyorum, bu çok boş, çok saçma. Böyle bir inanç hangi açıdan yaşamda özsel olmayan şeyleri silip götürdü? Değerlendirmenin tek yolu bu: Yanlış ve özsel olmayan şeylere dayalı öteki topluluklardan hangi açıdan daha özgür, daha büyük, daha tehlikelisiniz? Bu örgütün üyeleri hangi açıdan farklı üyeler oldular?..

Hepiniz tinsellik için, mutluluk için, aydınlanmak için bir başkasına sırtınızı yaslıyorsunuz... Aydınlanmak için, mutluluk için, arınmak için, kendinizi yozlaştırmamak için kendi içinize bakın dediğimde hiçbiriniz buna istekli değilsiniz. Az sayıda kişi olabilir, ama çok, çok az. Öyleyse örgüte ne gerek var?

Dışarıdan hiç kimse sizi özgürleştiremez; örgütlenerek tapınma, kendinizi bir davaya adama da özgürleştiremez; kendinizi bir örgüte göre biçimlendirme, işe verme de özgürleştiremez. Mektup yazmak için daktilo kullanırsınız, ama bir sunağın üstüne koyup ona tapmazsınız. Ama örgütler sizin için başlıca ilgi alanı durumuna geldiğinde yaptığınız bu. "Kaç üyeniz var?" Bütün gazetecilerin bana ilk sordukları soru bu. "Sizi izleyen kaç kişi var? Sayılarına göre sizin söylediklerinizin doğru olup olmadığına karar vereceğiz." Kaç kişi olduğunu bilmiyorum. Bununla ilgilenmiyorum. Özgürleşmiş bir tek insan bile olsa, bu yeterli olurdu...

Bunda başka, Mutluluk Krallığının anahtarının yalnızca belli kişilerin elinde olduğunu düşünüyorsunuz. Kimsenin elinde değil. O anahtarı elinde tutmaya kimse yetkili değil. O anahtar siz kendinizsiniz ve Sonsuzluk Krallığı ancak sizin gelişiminize, arınmanıza ve yozlaşmamanıza bağlı...

Ne kadar ilerlediğinizin, tinsel düzeyinizin ne olduğunun söylenmesine alıştınız bugüne kadar. Ne kadar çocukça! Dürüst olup olmadığınızı size sizden başka kim söyleyebilir?.. Ama gerçekten anlamayı isteyenler, başı sonu olmayanı arayanlar hep birlikte yürüyecekler; özsel ve gerçek olmayan her şeye, gölgelere karşı birer tehlike oluşturacaklar. Ve toplanacaklar, ateş olacaklar, çünkü anlayacaklar. Böyle bir birlik oluşturmalıyız ve benim amacım bu. Gerçek dostluk sayesinde --bunu siz pek biliyor görünmüyorsunuz-- hepsinin arasında gerçek bir işbirliği oluşacak. Bunun nedeni yetke, bunun nedeni kurtuluş olmayacak, çünkü anlayacak ve böylece sonsuzda yaşayabilecekler. Bu bütün hazlardan, bütün kendini adayışlardan daha büyük bir şeydir.

İşte iki yıl enine boyuna düşündükten sonra, bu nedenlerden dolayı dağıtma kararı aldım. Anlık bir tepki değildi. Kimse beni buna inandırmadı -- böyle konularda kimse beni inandıramaz. İki yıl boyunca bu konuyu yavaş yavaş, dikkatle, sabırla düşündüm ve artık Başkanı olarak Örgütü dağıtmaya karar verdim. Şimdi başka örgütler kurabilir, başka birinin sizi kurtarmasını bekleyebilirsiniz. Ben bununla ilgilenmiyorum, kendinize yeni kafesler örüp bu kafesleri yeni biçimlerde süslemenizle de ilgilenmiyorum. Benim tek ilgilendiğim insanı kesin olarak, koşulsuz olarak özgürleştirmek.





Krishnamurti bu konuşmayla yalnızca örgütü dağıtmakla kalmamış, Theosophical Society üyelerini de şaşkınlık içinde bırakmıştı. Kendisinin gelecekte yapacağı işler için toplanan büyük paraları ve dünyanın çeşitli yerlerinde armağan edilen arazileri geri dağıttı ve yaşamının geri kalanını dünyanın pek çok yerinde konuşmalar yaparak geçirdi. Artık konuşmalarında hiçbir dine, geleneğe, düşünce akımına bağlı değildi. Ders vermekten çok dinleyenlerin kendilerini sorgulamaları, söylenenlere körü körüne inanmak yerine kalplerinin derinliklerine bakmaları ve kendi varlıklarının hakikatini bulmaları gerektiğini vurguladı.

Eğitim Krishnamurti için en önemli konulardan biriydi. Genç insanların ırk, ulusçuluk, din, dogma, gelenek, sanı gibi koşullanmalarını görmelerini, bilinçlerinde bir dönüşüm yaşamaları durumunda bütünüyle zeki insanlar olabileceklerini ve doğru eylemde bulunabileceklerini düşünüyordu. Önyargısı ve koşullanmaları olan bir zihin ona göre asla özgür olamazdı. Krishnamurti dünyanın çeşitli ülkelerinde, insanların mekanik, teknolojik araçlara dönüşmek yerine korkusuzca, karmaşa yaşamayan özgür bireyler olarak yaşamı anlayabilecekleri okullar açtı.

Krishnamurti ömrünün sonuna dek sohbetlerini sürdürdü, insanlarla bir öğretmen, bir guru olarak değil, bir dost olarak konuştu. 90 yaşında bile gezilerine, sohbetlerine ara vermedi. Dinleyicilerinin öğrenmesini umduğu her şeyi kendisi yaşadı. 1985 yılının sonlarında rahatsızlandı. 17 Şubat 1986 tarihinde Kaliforniya'nın Ojai bölgesinde bir hastanede 91 yaşında öldü. Ölmeden önce "Ben sıradan bir insanım, beni sıradan bir biçimde uğurlayın" demişti; bedeni yakıldı ve mezarının üstüne tapınak dikilmemesi amacıyla külleri en sevdiği yerlere serpildi. Krishnamurti ardında pek çok konuşma kaydı, yazı, öğretmenlerle ve öğrencilerle, bilim ve din adamlarıyla yapılmış tartışma, televizyon ve radyo söyleşisi, mektup bıraktı. Bunların çoğu kitaplarda, sesli ve görüntülü kasetlerde toplandı, birçok dile çevrildi.

Krishnamurti'nin yaşamı boyunca yaydığı sevgi bugün de insanlığın kalbinde ve zihninde yaşamaktadır.

6 Kasım 2008 Perşembe

İKTİDAR MACUNU - HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL


İKTİDAR MACUNU - HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL
Postacının bıraktığı beş mektuptan biri bir dergiden geliyordu. Yeniden yeniden okudu. Düşündü. Güldü. Gülümsedi. Sonra bir kez daha okudu. Yine güldü, gülümsedi, düşünmeye başladı.
Radyoda, " bugün posta günü canım sıkılır." diye bir türkü vardı. İki yaşındaki oğlu, koltuğa oturmuş, elindeki plastik tavşanın sesinin nerden çıktığını bulmaya çalışıyordu. Komşu kadın, elma satıcısıyla tartışıyordu. Elma satıcısı, " Allah iki gözümü kör etsin ki, kiloda 10 kuruş kazanıyorum." diyordu. Kadın ise, " İki gözün kör olmasın ki, 100 kuruş kazanıyorsun" diye bağırıyordu. Karşı evin merdivenlerine tam on sekiz tane kız çocuğu toplanmıştı. Boy boy, renk renk, cıvıl cıvıl, tam on sekiz tane kız çocuğu. " Bu sokakta kız çocuğu mu çok, yoksa kızlar bir arada mı oynamaktan hoşlanıyorlar? " diye düşündü. Mektubu yanı başına bıraktı.
" Bak karıcığım" diye seslendi, " ne istiyorlar mektupta?"
Karısı, " Gözleri kör olmasın... bir kilo domatesin yarım kilosu çürük" diye söyleniyordu mutfakta. Ellerini silip geldi:
" Ne diyorlar? "
Yazar, ilk görüyormuş gibi, bir süre baktı karısının yüzüne; sonra,
"İçinde politika olmayan bir hikaye istiyorlar benden" dedi.
Mektubu okuyup bitiren karısı,
" Eee, yazıver " dedi. " Suya sabuna dokunmayan cinsinden bir şeyler yazıver. Demek ki öyle istiyorlar..."
Mektuba bir kez daha göz gezdirdi ve
" Ben şu domateslerin çürüklerini ayıklıyordum.." diyerek çıktı.
" İçinde politika bulunmayan bir hikaye..."
Ne yazsındı ?

Yazımakinesine kağıdı taktı. Bir süre düşündü. sonra bir kadeh rakı aldı. " Bu rakılar da çamur gibi" diye düşündü. " Bu çamur gibi rakılarla politikasız hikaye yazılır mı birader !" diye düşündü. Hikayenin adını koydu: " İKTİDAR MACUNU". ve başladı yazmaya....


Kayısı sıcağı, sarı bir bulut halinde dolaşıyordu dalların, yaprakların arasında. Ön ayağından sicimle bağlı kara bir oğlak, yarıçapı üç metre bir daire içinde kıpır kıpır yiyordu yeşili. Az ötesinde bir inek, dört ayağını gerip yatmış, zaman zaman sineklerini kovarak, tatlı tatlı gevişiyordu. Bir erkek sarıasma kuşu, elma ağacında ıslık çalıp duta geçti. Havada bal kokusu vardı. Karşıki kel dağlar, gözünü alıyordu insanın. Şantiyeden varil, bidon ve çekiç gürültüleri geliyordu.
Şakir Usta, elindeki gazeteyi dizlerine yayarken, uykulu gözlerini kaldırdı,
" Merhaba Necip Efendi" dedi, " Gel bakalım... Şöyle beş dakka dinleneyim dedimdi.."
Necip, dizlerini karnına çekerek oturdu karşısına:
" Ne yazıyor gazeteler? "
Şakir Usta, bezginlikle uzattı gazeteyi:
" Yok, yok, yok... okumam! Beybamdan vasiyetliyim ben. Ne gazete okurum, ne de politikayla uğraşırım. Radyoyu bile dinlemem. bize mi kalmış! Bunca akıllı adam gelip geçmiş, düzeltememiş de, biz mi düzelteceğiz bu ırzı kırık dünyayı!.. Neden ki, bir kere çivisi kopmuş dünyanın, artık töbe tutmaz!"
Güldü, güldü, güldü... Bekledi ki, Şakir Usta da gülsün. O gülmeyince, kızarak devam etti:
" Doğru muyum amma? Kopmuş çivisi bu dünyanın! Rahmetlik beybam akıllı adamdı, bilgili adamdı. Aman oğlum, sen seni bil, sakın politikayla uğraşma, derdi. Politika belalı şey, derdi. Politika, adamı ipe götürür, ipten getirir, derdi. Son vasiyeti de bu oldu. Politikayla uğraşırsan hakkımı helal etmem oğlum, dedi, iki elim yakanda kalır. Onun için ben şimdi ne gazete okurum, ne radyo dinlerim, ne particilik yaparım, ne politikadan konuşurum. Adımız Diplomat Necip'e çımış amma, sen bakma.. Nerde bir politika lafı açsalar, hemen kaçarım ordan. Ne diye ağrısız başımı derde sokayım? Haklı mıyım amma?

Bir süre sustu. Havayı kokladı. İlk görüyormuş gibi ağaçları gözden geçirdi. Gazeteyi eline aldı, eski bir cekete fiyat biçermiş gibi uzağında tutarak baktı, sayfalarını çevirdi, bıraktı.
" Yok, yok.." diye devam etti. " Bu memlekete Talat, Enver, Cemal paşalar gibi idareci gerek. Büyük! O çapta adamlar gelmedi bir daha bu memlekete. Beybam derdi ki, eper İttihat ve Terakki Fırkası kalsaydı, bu memleket Alamanya'dan daha kuvvetli olurdu."
Şakir Usta, uykulu gözlerle dinliyordu. Devam etti Diplomat Necip:
" Beybamın İstiklal Mahkemesine niçin verildiğini biliyorsun, değil mi? Adamı tutup, haksız yere, İstiklal Mahkemesine veriyorlar. Sebeb de, güya, cephedeki askere halktan toplanan çorapları, fanilaları, kazakları, başlıkları yemiş, zimmetine geçirmiş. Kendisi, yardım komitesinin başında çalışıyordu ya... Halbuki, vallahi yalan! Rahmetli yemin ederdi ki, böyle bir şey olmadı, İttihatçı olduğum için beni ezmek istediler, derdi. Beybam akıllı adamdı, Şakir Usta. Taa o zamandan, bugünleri görürdü. Bizim ayakta kalmamız, derdi, Alamanya'nın yanında olmamıza bağlı. Alamanya şimdi yenildi mi sanıyorsun? alamanya yenilmez, Şakir Usta! Gün gelecek, alamanya dünyaya hakim olacak. Bak, göreceksin sen! Diplomat bunu böyle demişti diyeceksin bir gün. Amma, neme gerek... Ben politikayla uğraşmam. Beybamın vasiyeti var. Sözgelimi, ben şimdi politikayla uğraşsam, laf aramızda, bütün partileri lağvederim. açarım İttihatçıların tarihini, bakarım ki ne demişler, ne yapmak istemişler adamlar, bir güzelcene incelerim ve de o gibi bir parti kurarım. Cemal, Enver, Talat gibi birkaç adam bulur, getiririm partinin başına."

Kadın, mutfakta, yazımakinesinin tıkırtısını dinliyordu. " İyi " diye geçirdi içinden, " hikaye ilerliyor galiba." Fakat tıkırtı kesilince merak etti, çıktı mutfaktan,
"İçecek bir şey istiyor musun?" dedi.
"Hayır!" dedi yazar.
"Elma filan getireyem mi?"
"İstemem. Okudun mu şurayı?"
Gazeteyi birlikte okudular ( Muhabir soruyordu cumhurbaşkanına:)
- Anayasamız sosyalizme açık mı, kapalı mı?
- Kapalı!
- Peki ama, Mecliste, sosyalist ilkeleri savunan bir parti var?
- Adamlar bir kere girmişler Meclise; ne yapalım, atalım mı yani?
-Anayasa sosyalizme kapalı olduğuna ve Mecliste de bir sosyalist parti bulunduğuna göre, rejim Anayasa dışına düşmüyor mu?
- Şimdilik, şimdilik karıştırma bu meseleyi!
- Şimdilik?
- Şimdilik..Yo,yo.. yazma bunları; sil bakiim, sil!
- Demokratik sosyalizm için ne diyorsunuz?
- Benim bildiğim, üç çeşit rejim var: Demokrasi, Sosyalizm, Komünizm. Demokratik sosyalizm, işi yumuşatmak için uydurulmuş. Yok öyle şey, aklım ermez!
O sırada radyoda, "Zetinyağlı yiyemem aman - basma da fiston giyemem aman" diye bir türkü vardı. Kadın,
" Ne güzel türkü!" dedi. "Başka ne var gazetede?"
" Türkiye'de halkın hayvansal proteine ihtiyacı varmış. Doğan 100 çocuktan 10 tanesi beyinsiz doğuyormuş.."
" Yani gerizekalı mı?"
" Yok canım.. Bayağı beyinsiz işte..Kafatasının içinde beyin denilen nesne yokmuş. Okusana şurayı!"
Kadın, ısırdığı elmayı çğneyerek göz gezdirdi gazeteye:
" Beyinsiz doğuyor ne demek, kuzum? Öküz desin ya şuna!"
" Öküz olur mu? Öküzün beyni var."
" Hadi, hadi...Ben gideyim de, sen devam et yazına... Kafanı karıştırmayayım... Politikasız hikaye yazıyorsun."
Elmasını ısırarak çıktı.
Yazar, gazetenin kıyısına birtakım hesaplar yapmaya koyuldu: " 300 kira, 40 su, 400 bakkal, 200 manav, 50 elektrik, 75 gazete, 30 kitap, 20 dergi vb., 100 taksit, 30 ödenti, 50 posta..." Yıldız, çiçek, arı, otomobil, kayık resimleri çizdi. İmza attı. Anlamsız şeyler yazdı. " Çüüüüüşş" yazdı beş tane. " Beyinsiz" yazdı sekiz tane " Öküz" yazdı on tane " İnek " yazdı yedi tane " Ayıp yazdı " üç tane. "Biz adam olsak.." yazdı beş tane. "Öküz konuşursa.." yazdı dokuz tane. "Sosyalizm" yazdı on beş tane. "Anayasa" yazdı yirmi tane. Kocaman bir öküz başı çizdi. Öküz başının üzerine çapraz iki çizgi çekti. "Deve tellal iken, eşek berber iken" yazdı üç tane. sonra hepsini karaladı. Bir süre dışarısını seyretti. Kuşlar sürü sürü geçiyorlardı. Kızıltı bir sarılık çökmüştü çevreye. Çamaşır mandalları garip garip sallanıyorlardı sicimde. "En iyisi, hayvan masalları yazmak." diye düşündü. "Öküzü konuşturmalı... İneği konuşturmalı.. Beygiri konuşturmalı.. Tilkiyi konuşturmalı.. La Fontaine ne güzel yapmış bunu! Fakat, uzay çağında, elbette ki değişik konuşur hayvanlar. Maymunun aya gittiği bir zamanda öküz nasıl konuşmalı?"
Oturdu yazımakinesinin başına; kaldığı yerden devam etti " politikasız hikayesine..

Şakir Usta, uzun uzun esnedikten sonra, " Zaman değişmiş kardaşım" dedi. " O Senin dediklerin elli yıl gerilerde kaldı. Baksana, Amerika'yı tutana vatan hayını diyorlar, gohom diyorlar. Ben politikadan filan anlamam amma, şu Amerikalıları hiç mi hiç gözüm tutmuyor. Kovmalı bu canavarları memleketten. Ben olsam.."
Diplomat Necip, şap diye vurdu dizine Şakir Ustanın: " İyi ya işte! Verirsin arkanı alamana, bak gör ne oluyor o zaman!.. Öte git diyen çıkar mı sana?"
"Hangi Alamandan bahsediyorsun sen, bre Necip Efendi? Alaman kendi kıçını kurtarabildimi ki.. Alaman diye bir şey var mı bugün ortada? baksana, ikiye bölünmüş. Alaman, Alaman deyip durduğun hangisi bunların? Hangisinden yana olacaksın?"
"Canım Şakir Usta, hepsi laf onların! ikiye değil ya, onikiye bölünse, gene de Alaman Alamandır.. birine dayarsın arkanı...Hani, derler ya, arkanı ya bir beğe, ya bir dağa. başka bir kurtuluş yolu yok!"
Şakir Usta, yanı başındaki testiden bir tas su doldurup içti.
"Bana kalırsa" dedi. "bunlar hep boş laf." İlle de arkayı dayamak mı lazım? Yani arkayı vermeden kurtuluş yok mu? Arkayı verdikten sonra, geriye ne kalır?.."
Diplomat Necip,
"Ah" dedi, "Beybamın vasiyeti olmasa ...Ben şu plitikayla bir uğraşsam...Amma, beybam akıllı adamdı. O günden bugünü görürdü. Politakayla uğraşma oğlum, derdi; iki elim yakanda, derdi. Onun için, ben şimdi ne gazete okurum, ne radyo dinlerim, ne de particilik yaparım. Politikadan konuşan oldu mu, hemen uzaklaşarım ordan. Ne gereği var, bre Şakir Usta! Çivisi kopmuş bu dünyanın, çivisi!.. Biz mi düzelteceğiz sanki? Bir tekme de sen vur gitsin, allasen. Fakat, söz aramızda, memleket kötüye gidiyor."
Şakir Usta, uzun uzun esnedi.
"Ne gibi yani?"
"Gibisi yok.. Kötüye gidiyor.. Benim o kadar derinine aklım ermez amma.. Şimdi rahmetlik peder sağ olsaydı. hepsini bir bir izah ederdi sana. Akıllı adamdı rahmetlik; Daha o zamandan bugünleri görürdü. Dedikleri bir bir çıkıyor. Alamana sırt çevirdik, bütün işler bozuldu; memleket kötüye gitmeye başladı. İktidara oturmak kolaymı öyle! Beybamın bir lafı vardı. derdi ki rahmetlik; iktidarda kalacak adam, sabah akşam iktidar macunu yemeli. Söztemsili, ben şimdi politikayla uğraşacak olsam, beybamın dediğini aynen tatbik ederim."
Şakir Usta, uzun uzun esnedi, çıkmasın diye, çenesini avcuyla bastırdı.
"Neymiş o, iktidar macunu?"
Diplomat Necip, tespihini bileğine geçirdi, bir süre karıştırdı iç ceplerini; sararmış, kirlenmiş bir defterin yaprakları arasında bir şeyler arandı; sonra,
"bulamadım" dedi. " Herifin birine 10 bin lira verdikti. Faize yani.. On ay geçti. Onun senedi vardı yanımda, ona baktım. Demek ki, öteki senetlerin yanına koymuşum. Bu millete acımayacaksın Şakir Usta! Hırsızlık yapanın elini, yalan söyleyenin dilini keseceksin. Başka türlü yola gelmez bu halk! Alaman disiplini olmadıkça, ahlaksızlıktan kurtulmaz bu millet. Beybam akıllı adamdı. Kimseye güvenme oğlum, derdi. Politikayla uğraşma, derdi. Onun için ben şimdi ne radyo dinlerim. ne gazete okurum. ne de partilere girer çıkarım. Hepsinin canı cehenneme!.. Politikadan bahseden oldu mu, hemen uzaklaşırım ordan. Ne gereği var? Herkes işiyle gücüyle uğraşsa daha iyi değil mi? Söztemsili, ne lüzumu vardı iki meclisin? Tek parti, tek meclis, tek Allah...Ben bunu bilirim. Getireceksin memleketin başına Talat, Enver, Cemal paşalar gibi adamları; vereceksin arkanı Alamana; sen gör o zaman ne oluyor! Politika da artık oyuncak oldu. Sosyalistlik çıktı bir de... Baldırı çıplaklar mebus olacak, meclise girecekmiş. Şunu akıl alır mı? Baldırı çıplak kim, politika kim! Politiak dediğin
varlıkı adam işi. Sen gel, şu şantiyedeki işçiyi mebus yap, meclise yolla... Böyle idare olur mu bre Şakir Usta? Bütün bunlar, ihtirastan ileri geliyor! Şu fani dünyada baş olsan ne olacak, kıç olsan ne olacak? Benim yaşım otuz... Seninkisi altmış... Aramızda şu kadar fark var. Velakin, değişen ne? Talat, Enver ve Cemal paşalardan sonra adam geldi mi bu memlekete? Alamana sırt çevirirsen, akıbetin bu olur işte..! Behey sersem... Fakat şu teresi mutlaka vermeliyim mahkemeye."
Şakir Usta, uzun uzun esnedi. Çenesini bastırıp, elini başına koydu:
" İktidar macunu diyordun.. Nasıl şeydir o?"
Diplomat Necip,
"Haa, o çok mühim!" dedi. "Beybam derdi ki iktidarda kalacak olan adam, mutlaka iktidar macunu yemeli,iktidar macununu bildikten sonra, bir adamın veya bir partinin iktidardan düşmesine asla imkan yoktur! Fakat evvela, arkanı birisine dayaman lazım. söztemsili, arkanı Alamana verdin diyelim. Bir kere, bol bol para alacaksın oradan. Para şart! Bu parayı, güvenilir adamların vasıtasıyla, usturuplu şekilde dağıtacaksın. sonra, bol paralı adamlarını memleketin dört bir yanına salacaksın. Fakirin evinde yatıp, zengine sövecekler; zenginin evinde yatıp, fakire sövecekler. Allah'ın adını ağzından düşürmeyeceksin. İstersen, cünübet cünübet cuma namazına git, fakat cemaatin arasındayken Allaaaah dedin miydi, karşı dağlar Allaaaah diye ses verecek. Sen namazdayken, biri ayakkabını çalacak, saklayacak. Namazdan çıkar çıkmaz, cemaatin içinde ayakkabını arayacaksın ve hemen gazetelere ilan ve de haber yazdıracaksın; filanca mebus, cuma namazındayken ayakkabısını çaldılar, diyerekten. He zaman, her yerde, o mülkiyet düşmanları, o Allahsızlar, o kitapsızlar, dinsizler imansızlar diye nutuk çekeceksin. Zenginler fakirlerden korkarlar fakirler de Zenginlerden. Bunu da göz önünde tutacaksın; Askere mutlaka şirin görüneceksin. Fakir halka çok çok din mektebi açacaksın. Piyasayı durmadan indirip çıkaracaksın. Sıkıştıkça, gizli teşkilat, yeraltı faaliyeti, şebeke, cemiyet, şüpheli şahıslar diyerekten büyük çapta tevkiflere gideceksin. Halkın anlamadığı kelimlerle nutuk atacak ve beyanat vereceksin. Konuşmalarında irir iri rakamlar sıralayacaksın. Sabah akşam temel atar görüneceksin. Temellerde mutlaka kurban keseceksin. Belirsiz kimselere nalet okuyacaksın. Halkın çoğunluğu, yeni şeylerden hazzetmez; onun için, alışkın olduğu şeyleri tutacaksın.."
Bir süre sustu. Gözlerini yumup yumup açtı, kafasındakileri sıraya sokmaya çalıştı, sonra
"Birkaç laf daha vardı, lakin unuttum" diye devam etti. " rahmetli sağ olsaydı, hepsini sıralayıverirdi. Bir başladı mıydı. yarım saat sayardı rahmetlik. Bizde o kafa nerde!.. İşte, derdi rahmetlik, bunların hepsine birden İktidar Macunu derler. Bu macunu yapmasını bilen, iktidardan töbe inmez ve indirilemez, Beybanın vasiyeti olmasa, ben şimdi politikayla uğraşsam, bunun aynını tatbik ederim ve de hiç kimse indiremez beni iktidardan."
Şakir Usta, tatlı tatlı horlamaya başlamıştı bile. bir saksağan, ineğin tepesindeki dala kondu, yaramaz yaramaz öttü. Şakir Usta gözünü açtı,
"Kusura kalma Necip Efendi" dedi, "yorulmuşum. Ne oldu macun? Yaptın bitti mi?"
Diplomat Necip,
"Daha eksikleri var" dedi. "Formilini evde unutmuşum. Çok bir güzel laflar vardı içinde, canım Beybanım vasiyeti olmasa..."

Yazar, kollarını yana açarak gerindi.
"Bitti! diye seslendi karısına. " Şimdi bana bir kadeh bir şey verebilirsin hayatım. Saksağan hınzırı uyandırdı Şakir Ustayı."

ZOR GÜNLER
Benden önce söylenmiş sözleri haklılığına kızdığım oldu zamanında Ama inandığımda Ömrümde her şarkı; başka bi kapı açtı. Bu şarkının ardında sen, Bu kapının ardındaysa; Benden önce söylenmiş sözler vardı.
Seçtiğimiz hayatlar mı bunlar? Seçtiklerimiz mi? Bunca yokluk, Bunca kırıklık, Bunca acı. Seçtiklerimiz evet. Hayat bu sevgilim!"Çoktan seçmeli." Senin aşkın sa; bir dönem ödevi.
Bir şarkı tuttum sevgilim, Bi kapı açtım ikimize, İkimiz çokmuşuz meğer bu resme. kapatmadan bu kapıyı yinede Bu yaralar bereler SANA dır. Bileler. .
Çok canım yanıyordu, Gördüklerimden Ve göreceklerimden. Benim kanayan dizlerim yoktu hayatta bi tek, Benimde kanattıklarım vardı elbet. Ezdiğim kumlar Ve geçtiğim yollar Hala gölgemi taşıyorlar. Hani demiştim ya en başında; Ne ayrılıklar, Ne aşklar, Ne başlangıçlar diye Yani Demem o ki; Çok zor günler geçirdim vaktiyle.
Çok zor günler geçirdim vaktiyle; Kalbimde firari endişeler Nihayetinde; aşık olmak çok zormuş yar sana!
Bu şarkı sadece benimdi sevgilim Ve ben büyük bahçeler istemiştim ikimize. Yazmışsın ya; "Onu sevebileceğimi düşünmüştüm" diye, İşte o günden beri Belkide bu yüzden sadece, Bu yaralar bereler SANA ydı. BİLELER! Göreler Aşkımı. Şahidim Gökkubbe...

3 Kasım 2008 Pazartesi

SAHİLDEKİ EV


Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başrdılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, bankahesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki...Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmançocuk sahibi olmayınca, "bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... "Senin için ölürüm" derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adma "Hayır, ben senin için ölürüm" diye yanıt verirdi hep...Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, "Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak...." Kütüphanenin ikinci rafında başka birnot olurdu, "Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma" Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten....Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık" levhası asılı olan. "Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama. "Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı..." "Sen istersin de ben hiç hayır diyebilirmiyim?" diye yanıt verdi adam. "Amerika'daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun, burasıbizimdir artık...."Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika'ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: "Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut..."Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği... Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, "Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım" diye sözünü kesti arkadaşı. "O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya...." "Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkaretmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadın, "defol" dedi nefretle...İlk celsede boşandılar... Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika'ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. "Lütfen, içeri girmemeizin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor." dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: "Hiçbir şey göründüğü gibideğil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika'daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika'ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağınınkarşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi..." Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku "bir tanem" diyordu... Sırayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiçvazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim." "Fakat benim için ölmeni istemedim" "Şimdi bana söz vermeni istiyorum.""Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?" son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:"Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım...."

2 Kasım 2008 Pazar

HÜSEYİN FERHAD


AH BARBAR KALBİM,1

Yoksa fidye mi istediğin? Açık konuş, kelimeler kırılmasın ağzında. Bedeli ne bana reva gördüğün rehin hayatın?

Amik Ovası hisseli arazimdir, al. Sen mihnetin ikiyle çarpımısın artık gözümde. Bunalır, kapını çalarsam kov.

Çukurova yekpare mülkümdür, onu da al. Sen ihanetin molekül değerindesin artık indimde. Katır inadımı bilirisn. Tellala minnet etmem muhabbet için.

Soyadımı geri ver. Geri ver künyemi, kızıl yıldızlı beremi, egzotik sessizliğini karlı gecelerimin. Ukala çocuk!

Ukala ve şişman çocuk! Senden ne Bo Derek olur, ne Kim Basinger. Tanrı onları Pazar günü, seni Pazartesi yaratmış herhalde.

İşte profilin. Gerdan, sanki soyulmuş Maret Sucuk. Memeler dersen, ı-ıh. Ahı gitmiş vahı kalmış gariblerin.

Akıl mı? O, zaten terelli. Hep söylerdin. 'diline nereden dadandı şu argo illeti'
diye. Öğrendin mi şimdi hoptirinom çocuk!

Sil gözlerini. Aç ağzını, söv. Rus ruletine davet et beni, kalbimi kışkırt. İtibarımı geri ver. Geri ve hüviyetni asi gençliğimin.

AH BARBAR KALBİM 2

Tibetli büyücünün sesi
hala kulaklarımda-

"Düşsel ve sahici dünyada
efendi O, "Demişti hazret

"Dişi silahşörün öfkesi
ya kanında olur
ya karnında," demişti hazret

"Onunki tam tersi
kalbiyle aklının arasında."

Tibetli büyücünün sesi
hala kulaklarımda-

"İhanetinden uzak dur
gazabından da," demişti hazret

"Kam'lar lama'lar katında
bir garabetsin," demişti hazret

"İt kadar haysiyet
O'nsuz şahsiyet
bekleme şol devranda."

Yaşlı kahinin sözleri
düz ve mecaz anlamda
sihirli bir küpe gibi uğuldar
hala kulaklarımda.

15 Ekim 2008 Çarşamba

VEFAT - FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA


76 yildir siir yazan Türkiye’nin büyük sairi Fazil Hüsnü Daglarca, zatürre tedavisi gördügü hastanede yasamini yitirdi.




SİVASLI KARINCA


Koca Kızılırmak köpüre köpüre
Akıyordu,
Bir telgraf direği dibinde,
Zamanlar kadar telaşsız ve köpüksüz,
Yürüyordu,
Sivaslı bir karınca.

Karşı kıyıdan parlak,
Kişniyordu,
Atlar doru doru,
Atların şarkısından ayrılmış,
Yürüyordu,
Atların mesafesini anlamaz.

Sesi, adımlarının sesi, memnun ve bahtiyar,
Duyuluyordu,
Kahraman.
Bir açlığın ayaklarınca aziz,
Yürüyordu
Yeryüzünden.

Rahat gidişinden belli,
Biliyordu,
Dağı, suyu, otları, lezzetle.
Başka karıncalardan kopmuş,
Yürüyordu,
Başka karıncalara.

Gayretle, çalışmakla, yorulmazlıkla,
Benziyordu,
Afrika'dakine, Çin'dekine, Paris'tekine,
Kara toprağın alnı üstünde, kara,
Yürüyordu,
Alın yazısından daha hür.

Yoktu fikirlerden, davalardan haberi,
Yürümüyordu,
Rüyası hiç.
Buğday tanesi üzre,
Yürüyordu,
Sivaslı bir karınca.

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

SÖYLE SEVDA İÇİNDE TÜRKÜMÜZÜ

Söyle sevda içinde türkümüzü,
Aç bembeyaz bir yelken
Neden herkes güzel olmaz,
Yaşamak bu kadar güzelken?

İnsan, dallarla, bulutlarla bir,
Ayrı maviliklerden geçmiştir
İnsan nasıl ölebilir,
Yaşamak bu kadar güzelken?

FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA

14 Ekim 2008 Salı

KADIN


Cumhuriyet dönemi edebiyatımızda “Nail V.” imzasıyla ün yapan Ağa Han Mimarlık Ödülü sahibi şair ve yazar Nail Vahdeti Çakırhan aramızdan ayrıldı.Işık içinde yatsın.

KADIN

kimi der ki kadın
soğuk kış gecelerinde serip bir döşek gibi yatmak içindir
kimi der ki kadın
yeşil bir harman yerinde dokuz zilli bir köçek gibi oynatmak içindir
kimi der ki hamur yoğurur
kimi der ki çocuk doğurur
kimi der ki bunca yıldır yaşıyorum hayalimdir
kimi der ki boynumda taşıyorum vebalimdir
ne hayal ne vebal ne döşek ne köçek
o benim
kollarım, bacaklarım, dudaklarım ve başım
o benim özkardeşim, eşim, kavga yoldaşımdır...

NAİL ÇAKIRHAN

27 Eylül 2008 Cumartesi

PANDORANIN KUTUSU


Sık sık kullanılan "Pandoranın Kutusu Açıldı" ifadesinin anlamı nedir ? Pandoranın kutusu söylentilerinin kaynağı nedir ?

"Kanla kızıllaşmış bir kartal gelecek,
Çağrısız bir konuk gibi çökecek şölene.
Gün boyunca gövdeni parçalayıp,
Kararmış ciğerini yiyecek öfkeyle"

Prometheus. Yunan tanrıları içinde belki de insanlara en yakın olanı. İnsanlara bir çok hediye vermiş ve karşılığında tüm tanrılarının öfkesini çekerek sonsuz işkencelere mahkum edilmiş iyi yürekli bir tanrı. Öncelikle kimdir bu Prometheus;

Zeus gelip de onları dünyadan sürmeden önce dünyayı büyük tanrılar olarak bilinen Titanlar yönetirmiş. Hem çok iri yapılı hemde çok güçlü olan bu büyük tanrıların sadece bir kaçı destanlarda isimleriyle anlatılır. Yer küreyi sırtında taşıyan Atlas yada dünyayı sardığına inanılan ırmak tanrısı Okeanos. İşte bu büyük titanlardan biri olan Iapetos un oğlu olan Prometheus da bu titan soyundan gelmektedir. Tanrıların tanrısı Zeus un babası da bu titanların en güçlüsü olan Kronos tur. Kronos daha Zeus doğduğunda onun kendi sonunu hazırlayacağını biliyordu ama kadere engel olamadı ve oğlu gelerek tahtından etti onu.

Prometheus un destanlarda girişi Zeusu kızdırması ve ilk kadının yaradılışıyla başlar. Zeus dünyayı Titanlardan temizleyip tüm tanrıları düzene soktuktan sonra yaradılış çağı başlamıştı. Yunan mitolojisi kaynaklı yaradılış efsanelerinin sonunda beşinci soy diye bilinen ve şu andaki bizim soyumuzun ataları olarak bilinenler yaratıldı. Ama sadece erkeklerden oluşmaktaydı bu soy. İşte bu çağda yaşayan beşinci soyun insanları Zeusu kızdırarak onlardan ateşi geri almasına neden olmuşlardı. Zeus o kadar kızdı ki insanlarda ateşle birlikte iyileşebilme özelliklerini de aldı. Prometheus tanrıların tanrısına ilk burada karşı gelmiş ve tanrısal ateşi insanlara geri ulaştırmak için Olympos dağından çalmıştı.

Zeus, tanrıların tanrısı böyle bir ihaneti asla cezasız bırakır mı? Öyle bir oyun oynadı ki hem insanlara hem de Prometheusa. Tanrıların tanrısı tüm güzellikleri bir araya toplayarak ilk kadını yarattı. Zeus diğer tanrı ve tanrıçalardan onun için armağanlar vermelerini istedi. Aphordite güzelliğini , Athena zekasını, Apollon bilgeliği verdi. Ama hiçbir şey kadının merakının önüne geçmeye yetmedi. Bu yaratılan ilk kadına Zeus "herkezin armağanı" anlamına gelen Pandora ismini verdi. Bu güzel "felaket" yaratılınca Zeus onu yeryüzüne indirdi. Böylece kadınla erkek arasındaki büyük mücadele başlamış oldu.

Prometheus Zeusun yapacaklarını tahmin ederek kardeşi Epimetheus a tanrıların tanrısından gelecek armağanları almamasını söyledi. Çünkü Prometheus biliyordu ki öc alma isteğiyle yanan Zeus onun için çok büyük cezalar planlamaktaydı. Prometheus un tüm uyarılarına rağmen Pandora Epimetheus un sarayına ayak bastığında tüm uyarıları bir anda silmeyi başaran güzelliğiyle kralı kendine hemen hayran bıraktı. Sarayda yaşadığı günler boyunca kendisine Zeus tarafından verilen ve kesinlikle açılmaması emredilen sandık onun ilgisini hep çekti. İşte kadının merakı burada apollon un kendisine verdiği bilgelikten ve Athena nın kendisine verdiği akıldan daha önce geçerek Pandora yı pençesine aldı. Pandora tüm emirleri unutarak sandığı açtığında yaptığı hatanın ne kadar büyük olduğu geçte olsa fark etti. İnsanlığa zarar verecek olan hastalık, acılar, kederler, kötülüklerin tamamı çıktı ve insanlığa musallat oldu. Pandora son anda sandığı kapatmayı başardı ve sadece insanlığın elinde tek güzel şey kaldı: Umut. O günden sonra insanlar tüm kötülüklere umut ederek karşı durmayı başarmışlardır.

Bu Zeusun insanlığa verdiği cezaydı. Birde Prometheusa verdiği bir ceza vardı ki yıllarca sürecek. Prometheus Kafkas dağına büyük bir kayaya Ateşin tanrısı demirci ve tanrıların silahlarının yapıcısı Hephaistos tarafından yapılan kırılmaz büyük zincirlerle bağlandı. Zeus tarafından yaratılan büyük bir kartal her gün sabahtan gelecek ve vücudunu didik didik edip karaciğerini yiyecek, bu büyük acılar akşam vakti dinecek. Ama Prometheus un acısı çok uzun süre dinmemiş, titanlardan biri olan Prometheus ölümsüz olduğu için ölme lüksüne sahip değilmiş. Her gece tekrar vücudu kendini yenileyip eski haline geliyor ve yeniden kartal gelip ona acılar veriyordu. Zeus un bu acılı cezayı aslında Prometheus un bildiği bir sırrı ona söyletmek için verdiğine inanılır ama sır nedir yada Zeus bu sırrı onun ağzından alabilmiş midir kesin bir bilgi yok. Sonuç olarak uzun yıllar sonunda Zeus un efsanelere konu olan oğlu Herakles (Hercules) gelip zincirleri kırarak ve kartalı öldürerek Prometheus u serbest bırakmıştır. Aslında efsanelerde Heraklesin bunu yapmasını Zeusun bizzat istediği belirtilir ama ceza dan neden vazgeçmiştir işte bu sorunun cevabı verilmez.

9 Eylül 2008 Salı

BAŞKALARININ KANATLARI


Başkalarının Kanatları

I. Bölüm:

O gün yer altı sınıfındaki öğrencilerinin yoklama fişini inceleyen Öğretmen Bayan Körkösnü, iki yaramaz öğrencisinin yine sınıfta olmadıklarını fark edince önündeki sıralarda uğuldaşıp duran öğrencilerine dönerek;- Bu iki hayta yine mi okulu astı ? diye sordu.Ön sıralarda oturan kertenkenkele yavrularının kıpırdaşan kalabalığının arasından bir kafa yukarı kalkarak;- Evet , efendim.! Hatta okula hiç gelmediler. Diyerek yakınmayla karışık bir şikayette bulundu. Bu cevabın üzerine, Öğretmen Körkösnü: burnun ucundaki şişe dibi gibi kalın gözlüklerini yukarıya itekleyerek kafasını yoklama fişinden sınıfa çevirdi. Bir an öylece sert sert baktı. Öğretmenin sınıfla ilgilendiğini fark eden öğrenciler anında sus-pus oldular. Sınıfa derin bir sessizlik çöküverdi. Gereken etkiyi sağladığnı fark eden Bayan Körkösnü sesine özellikle kızgınlık dolu bir hava vererek;- Peki, bu haytaların nerede olduğunu bilen var mı ? diye haykırdı. Sesi sınıfın geniş boşluğunda yankılanıp yok olurken, sınıf bu soruya derin bir sessizlikle karşılık verebildi. Zira, Bayan Körkösnü`yü ilkez bu kadar hiddetli görüyorlardı. Sınıfın en yaramazlarını bile bir tedirginlik almıştı. Sanki, Öğretmenleri sınıfın orta yerinde ha patladı ha patlayacak pimi çekilmiş bir el bombası gibiydi. İşte bu yüzden hiç kimse bu öfkenin hedefi olmak niyetinde değildi. Hatta, her zaman kıpır kıpır olan kertenkelecikler dahi, birer canlı heykel kesilmişlerdi..Bir süre öylece bekleyen Bayan Körkösnü, şişe dibi kadar kalın ve büyük gözlüklerinin arkasında daha bir kocaman ve ürkütücü görünen gözleriyle bu tedirgin ve sus pus olmuş kalabalığı süzdükten sonra tehditkar bir sesle,- Eğer; sizlerden herhangi biri bu iki akıllanmaz haytayı örnek alır yada onlara uymaya yeltenirse, bunun hesabını çok kötü öder, bilesiniz ! diyerek kesitirip attı.Sınıfta bir uğultu koptu, Herkes hemen en yakın arkadaşına dönüp telaşlı telaşlı bir şeyler söylemek gayretine girişti. Öğrencilerinin bu korkulu heyecanlarından faydalanmanın zamanın geldiğini anlayan Bayan Körkösnü masasının üzerine doğru abanarak kocaman gözlerini sınıfa dikti ve Sert bir şekilde azarladı.- Kess.! Keees..! bu kadar yeter, iki akıllanmaz ile boşa vakit harcayacak değilim. Biz işimize bakalım.! diyerek elinde tuttuğu tebeşirle tahtaya doğru döndü ve hızlı hızlı bir şeyler yazdı:` BAŞKALARININ KANATLARIYLA UÇANLAR.............BULURLAR.! `Sonra, sınıfa döndü ve - Eveeet ! dedi bu cümlenin kalanını kim tamamlayacak ? Bir süre öylece korkuyla bekleşen sınıftan tedirgin ve ürkek birkaç tane pati, pençe ve ön kol havaya kalktı?.


II.Bölüm

O günde okulu asmış olan iki kafadar, ormanlık arazinin vadiye bakan yamacındaki bir fıstık çamının dalları arasında oturmuşlar, hem fıstık yiyorlar hemde aşağıda ki vadinin eşsiz manzarasının tadını çıkarıyorlardı. İki minik pençesinin arasında sımsıkı tuttuğu çam fıstığının sert kabuğunu seri bir şekilde dişleyerek açmaya çalışan Kazmadiş arkadaşı Fırçakuyruğa dönerek:

- Biliyor musun, Fırfır. Bazen annemle babamı anlamakta ne kadar zorluk çekiyorum. ?
- Yine ne oldu Kazu ?
- Ne olsun yahu, iki de bir okul deyip tutturuyorlar. Ne varsa şu okulda. Şu güzelim günde yerin dibine girip bir sürü saçma sapan soruya cevap vereceksin. Öğretmen anlatacak sen dinleyeceksin, neymiş efendim hayatı öğrenecekmişim ne yani bana hayatı burnun ucunu bile göremeyen o körkösnü mü öğretecek
- Hişşşt yavaş oğlum ya..! Birisi duyacak sonra bayan körkösnüye hesap vermek zorunda kalacağız. Zaten okula gitmiyoruz bir de dalga geçtiğimizi duyarsa…
- Sende ama korkakmışsın oğlum ya cesur ol bi…diyecekti ki elindeki çam fıstığını atıp olduğu yerde zıplayarak - Fırfır bak oğlum..! bak. bak şuraya bak. Diyerek pençesiyle vadiyi işaret etmeye başladı.
Fırfır arkadaşı Kazu’nun dediği yöne bakınca bir an kanın damarlarından çekildiğini sandı. Gördüğü olay karşısında korkudan dona kalmıştı. Aşağıdaki vadide süzülen bir şahin aniden kanatlarını kısıp şimşek gibi ağaçlık arazinin ortasında ki çayırlık alana dalmış ve bir beş saniye dahi aralamadan pençesinde kıvranıp duran bir tarla faresi ile yükselip gözden yitmişti.
Bu manzara karşısında son derece etkilenen kazmadiş imrenme dolu bir sesle;
- Üfff be ne biçim daldı gördün değil mi, Nasıl da uçuyor..Ah keşke bende şahin olsaydım bu çayır sincablığını ben hiç sevmedin. Keşke bizim de onlar gibi kanatlarımız olsaydı..Değil mi Fırfır. Diyerek fırçakuyruğa döndü. Gördüğü olay karşısında afallamış olan Fırçakuyruk..
- Ne..! kanat mı, sen ne saçmalıyorsun o tarla faresinin yerinde ikimizden biride olabilirdi. Hem bu uçmak sevdasındanda vazgeç, başımıza iş açacaksın..Kanatmış, uçmakmış sen kafayı mı yedin ?
- Sen öyle san oğlum ben birgün uçacağım ve sen de buna şahit olacaksın bak gör..! Aha şuraya yazıyorum.
- Hah güldürme beni sen okuma yazma bilmiyorsun ki Nasıl yazıyorsun ?
- Lafın gelişi oğlum..yazıyoruz dediysek..Sanki gerçekten yazdık..
- Zaten yazamazsın ki..
Arkadaşının bu lafına son derece içerleyen Kazmadiş çareyi konuyu değiştirmekte buldu.

- Doğru yazamam ama uçarım bak göreceksin..evet göreceksin..hepiniz göreceksiniz..Kazmadiş kimmiş ?
- Bırak Kazu bu işleri. Senin bu dediklerin hayal oğlum hayal..Sahi, sen hayal nedir biliyor musun, Kazucuğum ?
- Neymiş Fırfır efendi ?
- Hah işte senin anlatıklarına bizim oralarda hayal denir. Dedikten sonra Fırfır katıla
katıla gülmeye başladı.

- Sen geç bakalım dalganı Fırfır efendi. Ben sana göklerden el sallarken böyle gülemeyeceksin ama…Uçacağım..! Uçacak ve tüm dünya buna şahit olacak..!!

Kazu son cümlesini öylesine yüksek bir nida ile söylemişti ki yaşlı fıstık çamının kalın gövdesinin serin karanlığında aniden iki kocaman göz parlayıverdi. Çengelgaga geceleri avlandığı için gündüzlerini dinlenerek geçiriyordu Bu saatte kendisini uykusundan uyandıran bu iki densizde kim di.?

Bölüm III.


Çengelgaga huzursuzca kıpırdandı karanlıkta, araba farı gibi kocaman gözlerini bir
sağa, bir sola evirdi çevirdi. Aynı kovukta az ilersinda yatan kesikkuyruğu gördü. Kesikkuyruk hiçbir şey olmamış gibi öylece uyumaktaydı. İleriye doğru uzanıp hala uyumakta olan kesikkuyruğu gagası ile dürtüklemeye başladı. Kesikkuyruk uyku sersemi bir halde;
- Amanın.. amanın ne oluyor. Lütfen.. lütfen beni yeme, beni yeme..! diyerek feryat figan uykudan uyanıverdi. Çengelgaga öfkeli bir sesle;
- dünya yıkılsa haberin olmaz uyuşuk kalk bakalım. Git bir bak.! Neler oluyor dışarıda.! Sabahten beri vır vır vır – zır zır zır bir rahat vermediler gitti. Haydi çabuk..Çabuk git bak.!
Uykudan birden bire kaldırılmanın vermiş olduğu şaşkınlığı üzerinden atamayan kesikkuyruk sersem bir halde cevap verdi.
- Ha tabii efendim, derhal efendim.. hemen bakarım efendim..dışarısıydı değil mi ?
Bu yanıt üzerinde iyice öfkelenen Çengelgaga kocaman gözlerini kısarak;
- Evet dışarası sen ne kafasız bir kertenkelesin yahu bir lafı ikiletmezsen olmaz mı ?. Çabuk.. benim canımı sıkma.! diyerek kesikkuyruğu azarladı..Bunun üzerine korkuya kapılan kesikkuyruk telaşla;
- Tamam efendim. Derhal gidiyorum. Dedikten sonra fırlayıp çıktı kovuktan. Güneş gözlerini kamaştırsada az sonra yukarı dallarda iki tane yavru çayır sincabının kendi aralarında hararetli bir tartışmaya giriştiklerini rahatlıkla fark etti. Derhal hızlı ve sessiz adımlarla yukarıya tırmanıp rahatça dinleyebileceği bir mesafeye yaklaştı ve yaprakların arkasına sinsice saklanarak bir süre kulak misafiri oldu.
O sırada fırçakuyruk ile kazmadiş arasındaki tartışma tamamen bir kuru inatlaşmaya dönmüştü

- Kazu bırak inadı u ça maz sın .!
- U ÇA RIM. Fırfır efendi U ÇA RIM.!

Uçarsın uçamazsın derken durumu kavrayan kesikkuyruk saklandığı yerden ok gibi fırlayıp araya girdi.

- Uçarsın uçarsın hemde bal gibi uçarsın. Üstelik istersen şimdi bile uçarsın bakma sen ona. ! demesiyle bizim çayır sincabları bu davetsiz misafirin sesini duyar duymaz korkudan yukarı dallara doğru kaçıştılarsa da gelenin bir kertenkele olduğunu fark edince tekrar aşağıya indiler. Kazmadiş merakla karışık bir duyguyla kesikkuyruğa doğru sokularak..

- Nasıl yani.?
- Basbayağı.. uçmak o kadar zor bir iş değil ki mesela ben hergün uçuyorum.
- Sen mi ? hergün mü ?
- Evet
- Nasıl oluyor ki o, senin de bizim gibi kanatların yok. Nasıl uçuyorsun.?
- Benim yok ama arkadaşımın var. O beni istediğim her yere götürür.
- Arkadaşın mı, kim senin arkadaşın. ?
- Adı çengelgaga. Bir baykuş olmasına rağmen çok iyi birisidir.
- Ne baykuş mu ? Ne yani sen bir baykuşla arkadaşmısın dalga geçiyorsun.!
- Yok yook kesinlikle dalga falan geçmiyorum. O zaten bu iyiliği yüzünden baykuşların arasından kovulmuş zavallı bir kuştur.
- Ne için kovmuşlar onu.. dedi fırfır ilkez konuşmaya katılarak.
- Ne için mi ? tabiki et yemediği için. Çengelgaga taaa çocukluğundan beri et yemezmiş bunun içinde diğer baykuşlar gibi avlanmazmış. Bu durumu fark edince anne ve babası bir süre çengelgaganın bu garip hallerini saklamak istemişler ama tabi ki duyulmuş. Duyulunca da diğer yavru baykuşlara kötü örnek olacağı için sürgün etmişler.
- Peki et yemiyorsa ne yiyor..
- Ne mi yiyor, elbette ki siz ne yerseniz onları yiyor. Bitki tohumları, yabani çilek, böğürtlen falan filan.. Hatta birgün baykuşlar onu et yemesi için zorlamışlar. Demişlerki eğer et yemezsen seni öldürürüz.. o da bu durum karşısında bir iki parça yemek istemiş ancak o kadar iğrenmiş ki kusmaktan gözlerinden yaş gelmiş. Hastalanmış ve tüm gün yuvadan dışarıya çıkamamış..
- Demek hiç et yiyemiyor. Peki sen nasıl arkadaş oldun.
- Birgün baktım bir kızılcık ağacında bizim çengelgaga ha babam kızılcık yer durur. İlkkez bir baykuşun kızılcık yediğini görünce şaşırdım tabi ister istemez meraklanıp sordum. Sen bir baykuşsun niye avlanmıyorsun da kızılcık yiyorsun diye. O da dediki ben et yiyemiyorum.. İğrenç geliyor. Hem bu meyveler daha lezzetli ve nefis, dedi. Sonra bana dönüp ben çok yanlızım beni baykuşlar aralarında istemiyor. Diğer canlılarda sanki onlara bir şey yapacakmışım gibi benden kaçıyor..dedi
- Eee sen ne dedin. Diyerek kazmadiş merakla sordu.
- Ne diyeceğim. Önceleri elbette korktum, baktım gayet samimi sonra arkadaş olduk, şimdi ben nereye istersem hatta ormanın en uzak yerine bile o beni alır ve uçurarak oraya götürür.
- Sahi mi uçmak nasıl güzel mi ?
- Güzel mi.. hah ne güzeli be.. mükemmel, müthiş inanamazsınız. Tüm ormana yukarılardan bakmak müthiş bir heyecan, inanılmaz bir duygu.. İsterseniz çengelgaga sizleride uçurabilir..

Kazmadiş sanki bu teklifi bekliyormuş gibi sabırsızca cevapladı.

- Gerçekten bizide uçurur mu ? derdemez fırçakuyruk arkaşına sokularak fısıltıyla
kulağına bir şeyler söyledi. Bunun üzerine kazmadiş fırçakuyruğa dönüp.

- Ya anlamıyor musun baykuş hasta et yiyemiyor.. Bize bir şey yapmaz
- Nereden biliyorsun ya yalansa..?

Bu son cümleyi duyan kesikkuyruk alınmış gibi yaparak.

- Ne.! bana yalancı mı diyorsunuz. Ben size niçin yalan söylecekmişim. Birkere bu anlatıklarım yalan olsa çengelgaga önce beni yerdi değil mi. Burada sağ salim sizlerle görüştüğüme göre..Anlatıklarımın doğru olması gerekmez mi. ?
- Doğru, öyle ya..! Arkadaş yalan söylese çengelgaga önce onu yerdi o da burada olamazdı değil mi fırfır efendi cevap ver bakalım.?
- Şeyy ben… bilemiyorum..
- Bilmiyorsan sus dedi kazmadiş. Sonra dönüp kesikkuyruğa
- Senin arkadaş çengelgaga şimdi nerede, buraya uzak mı ?
- Yok yok buralarda bir yerlerde dinleniyordur. İsterseniz çağırırım bizlere ormanın üzerinde bir tur attırır ha.. Ne dersiniz.?
- Cidden olur mu..!
- Neden olmasın o da sevinir hem iki yeni arkadaş daha edinir. Sizleri çok sevecek. Hem birkere onu tanısanız sizde onu seversiniz..
- Tamam olur. Dedi kazmadiş

Bu lafın üzerine kesikkuyruk hızla kovuğa doğru gitti ve gözden kayboldu. Bizim iki kafadar başbaşa kalınca Fırçakuyruk kazmadişe endişeyle bakarak.

- Kazu emin misin ? Ya bir şey olursa. Dedi
- Ne olacak fırfır efendi sen istersen gelme. Burada bekler beni uçarken seyredersin.! Dedi böbürlenerek.

Fırçakuyruk hiçbir şey demedi ancak yinede endişeliydi. Bu arada ağacın derin karanlığında kesikkuyruk durumu çengelgagaya izah etmekle meşguldü,

- Efendim bunlar iki tane kafasız okul kaçağı çayır sincabı, bir tanesi aklınca uçmak istiyor. diğeri biraz çekingen. Bugünde okulu asmışlar burada fıstık yiyerek vakit geçiriyorlar. Bende onlara sizin uçmalarına yardımcı olabileceğinizi söyledim
- Ne ben mi sen aklını mı yitirdin..! Onlar beni görünce kaçacak delik ararlar.!
- Durun efendim öyle değil. Onlara sizin et yemediğinizi et yediğiniz zaman hastalandığınızı hatta bu yüzden baykuşların sizi aralarından kovduklarını yalnız yaşadığınızı falan anlattım..! Sizi görmek ve sizinle dost olmak istiyorlar..
- Ne yani, onlarda bu yalana inandılar, öyle mi ?
- Evet efendim inanmak ne kelime şimdi yukarıda sizi bekliyorlar..Onları ormanın üzerinde bir veya iki tur uçuracağınızı düşünüyorlar..
- Hımmm peki öyleyse. Afiyetle uçuralım bakalım şu iki haylazı. Aferin kesikkuyruk gözüme giriyorsun, kedi olalı bir av tuttun, zaten canımda taze et çekmişti..!!
- Afiyet olsun efendim. Ancak isterseniz önden gidip onlara haber vereyim. Siz biraz geç gelin ki bu duruma fazla hevesli görünmeyelim dikkat çekmesin.
- Tamam haydi bakalım ben burada biraz beklerim. Sen önden git

Bölüm IV


Kesikkuyruk derhal fırlayıp çıktı kovuktan ve fıstık çamının üst dallarında meraklı bir heyecanla beklemekte olan. Bizim iki kafadara doğru yavaşça yürümeye başladı. Kesikkuyruğun tek başına geldiğini gören kazmadiş endişelenmişti; yoksa çengelgaga gelmek istemiyor muydu. Bu durumda kazmadişin uçma hayalleride suya düşecekti. Kesikkuyruk numaradan oflayarak puflayarak iki kafadarın yanına vardı:

- Offf bittim arkadaşlar…Oyyy tükendim valla..!
- Ne oldu anlatsana, gelmiyormu. Diye heyecanla sordu kazmadiş
- Ay aman biraz müsaade..hele bir nefes alayım.!
- Ya gelecek mi bari onu dee..
- Yahu kazu görmüyormusun adam nefes alamıyor bittim diyor..Sen ne diyorsun..sabret…biraz sonra der ne diyecekse.
- Yahu fırfır karışmasan olmazdı.. dimi ? Sen sus ben ona soruyorum..
- Tamam sor karışmadık.. Sanki cevap alabiliyormuş gibi birde ona soruyorum demiyor mu
- Fırfııır bak fena yaparım haaa.!
- Ne yaparsın gel geeel hadi gell.. gelsene
İki kafadar neredeyse biribirlerine dalacakken Kesikkuyruk fazla uzatmadan araya girdi..

- Çocuklar.! Arkadaşlar durun.. durun hele..Tamam.. Çengelgaga az sonra gelecek..
- Gelecek mi sahi mi ? diyerek hemen dikkat kesildi Kazmadiş
- Hiç gelmez olur mu ? O da sizinle tanışmak istiyor..Malum o kadar az arkadaşı var ki …Sesine öylesine hüzünlü bir ton vermiş başınıda öyle masumane önüne
Eğmişti ki..kesikkuyruğun bu haline gören çengelgagaya acıma değil gözyaşı bile dökerdi. Bir süre öyle sessizce bekleştiler..Ancak, bu sessizliği bozan yine kesikkuyruk oldu..Çirkin ve kirli pençesini ileriye gökyüzüne doğru uzatıp:

- Bakın.! Bakın.! İşte geliyor..diyerek havada süzülerek gelen baykuşu işaret etti.
Fırçakuyruk ve kazmadiş hemen o yöne doğru döndüler. Çengelgaga bir iki kanat çırpıyor sonra kendini boşluğa bırakarak süzülüyor. Yere bir iki metre kala tekrar kanat çırpıyor ve yükseliyordu. Bir yandanda fıstık çamının dalları arasında kendisini bekleyen iki çayır sincabını gözetlemeyi ihmal etmiyordu. O anda akşamdan beri hiçbir şey yemediği geldi aklına şimdi bu vakitte ne güzel olacaktı. Şöyle bir iki tur atayım bakalım hangisi daha semizmiş..diye geçirdi içinden ve ağacın etrafında turlamaya başladı

Bu arada baykuştan fazlası ile korkmuş olan fırçakuyruk, kazmadişin arkasına sinmişti ve arkadaşının kulağına doğru korkudan kekeleyerek yalvarmaya başladı.

- Ka.. Ka.. Kazu gi..gi..gidelim. Lü..lü..Lütfen..!! diye bildi zorlukla..
Kazmadişte çok korkuyordu ancak erkekliğe helal gelmesin diye..belli etmemeye çalışıyordu..Durumun farkına varan Kesikkuyruk havada dönüp duran Çengelgagaya belli etmeden bir işaret çaktı..Çengelgaga işareti anlamıştı ve hemen ani bir manevraya fıstık çamına doğru yöneldi..Orta yerde yalı kazığı gibi duran kazmadişi hedef almıştı. Çünkü fırçakuyruk arkadaşının arkasına saklandığan pek iyi seçilemiyordu..Eğer şansım varsa her ikisinide yakalarım diye içinden geçirdi ve hamlesini yaptı.
Çok geçte olsa Çengelgaganın gerçek niyetini anlayan Fırçakuyruk can havliyle kendini boşluğa fırlattı. Bu öylesine rastgele bir atlayıştı ki havada dengesini dahi sağlayamadan düşmeye başladı düşerken fıstık çamının iğne uçlu yaprakları ve reçineli dalları orasına burasına öyle şiddetle çarpıyordu ki canın acısından - imdaaaat diye haykırı vermişti. Sesi vadide yankılanıyor gibi gelmişti. Ancak yankı zannettiği ses kazunun sesi idi. İşte o anda Fırçakuyruk yere öyle şiddetli çarptıki biran öleceğim sandı..Çünkü; çarpmanın etkisi ile soluğu kesilmişti. Zar zor nefes alabildi. Her nefeste ciğerleri yırtılıyordu sanki..Kaçmalıyım dedi ve şuursuzca sürünerek düştüğü yerden fazla uzak olmayan bir köstebek tüneline kendini atabildi. Zaten ondan sonra Fırçakuyrukta film koptu..

Ne yazık ki Kazmadiş onun kadar şanslı değildi..Çengelgaga daha ilk hamlede pençlerini onun vücuduna öyle bir geçirmişti ki duyduğu acı inanılmazdı..vücuduna geçmiş bu korkunç pençelerin arasında dehşetli bir şekilde, acı içinde kıvranırken kendini gökyüzünde buldu.Uçuyordu..ancak şu an onu bu durum hiç ilgilendirmiyordu. Kazmadiş şuurunu yitirmeden önce avazının yettiği kadar son bir kez yardım istedi..

- İmdaaat.. Ne olur Kurtarın beni..! Kurtarın beni..! Sesi mavi gökyüzünün boşluğunda yitip yok olurken Çengelgaga kısa günün karı avını kovuğuna doğru götürmekteydi…

Vadide bunlar olup biterken.
Yer altı sınıfında bayan körkösnüde dersinin sonuna gelmişti. Eline tebeşirini alarak yavaşça masasından doğruldu ve karatahtanın önüne geldi. Sınıfa dönerek şevkat dolu bir sesle;

- Evet..! Yavrularım. Şimdi sıra bende sanırım..sizlerinde bu cümlenin nasıl tamamlanacağını merak ettiğinizi biliyorum. Onun için fazla uzatmadan tamamlayacağım..dedikten sonra elindeki tebeşir ile tahtaya dönüp cümledeki boşluğu doldurdu. Geriye çekildiğinde tahtada aynen şu yazıyordu.

BAŞKALARININ KANATLARI İLE UÇANLAR KENDİLERİNİ YİNE ONLARIN KURSAKLARINDA BULURLAR ..!

Cümleyi okuyan tüm öğrenciler anlamlı kafa sallamalar ile onaylarcasına tahtaya bakıyor ve aralarında fısıldayarak fikir alış verişinde bulunuyorlardı ki paydos zili çaldı ve öğrenciler derhal çantalarını toplayarak evlerine doğru yola koyuldular….
Öğretmen körkösnü ise boşalan sınıfa sırtı dönük tahtayı temizlerken, aklı hala okul kaçağı iki haylaz öğrencisindeydi…Yüreği burkularak; Umarım iyisinizdir…Umarım başınıza kötü bir hal gelmemiştir yavrularım.. dedi içinden….

SON





H SOYKÖK _ ANKARA