27 Eylül 2008 Cumartesi

PANDORANIN KUTUSU


Sık sık kullanılan "Pandoranın Kutusu Açıldı" ifadesinin anlamı nedir ? Pandoranın kutusu söylentilerinin kaynağı nedir ?

"Kanla kızıllaşmış bir kartal gelecek,
Çağrısız bir konuk gibi çökecek şölene.
Gün boyunca gövdeni parçalayıp,
Kararmış ciğerini yiyecek öfkeyle"

Prometheus. Yunan tanrıları içinde belki de insanlara en yakın olanı. İnsanlara bir çok hediye vermiş ve karşılığında tüm tanrılarının öfkesini çekerek sonsuz işkencelere mahkum edilmiş iyi yürekli bir tanrı. Öncelikle kimdir bu Prometheus;

Zeus gelip de onları dünyadan sürmeden önce dünyayı büyük tanrılar olarak bilinen Titanlar yönetirmiş. Hem çok iri yapılı hemde çok güçlü olan bu büyük tanrıların sadece bir kaçı destanlarda isimleriyle anlatılır. Yer küreyi sırtında taşıyan Atlas yada dünyayı sardığına inanılan ırmak tanrısı Okeanos. İşte bu büyük titanlardan biri olan Iapetos un oğlu olan Prometheus da bu titan soyundan gelmektedir. Tanrıların tanrısı Zeus un babası da bu titanların en güçlüsü olan Kronos tur. Kronos daha Zeus doğduğunda onun kendi sonunu hazırlayacağını biliyordu ama kadere engel olamadı ve oğlu gelerek tahtından etti onu.

Prometheus un destanlarda girişi Zeusu kızdırması ve ilk kadının yaradılışıyla başlar. Zeus dünyayı Titanlardan temizleyip tüm tanrıları düzene soktuktan sonra yaradılış çağı başlamıştı. Yunan mitolojisi kaynaklı yaradılış efsanelerinin sonunda beşinci soy diye bilinen ve şu andaki bizim soyumuzun ataları olarak bilinenler yaratıldı. Ama sadece erkeklerden oluşmaktaydı bu soy. İşte bu çağda yaşayan beşinci soyun insanları Zeusu kızdırarak onlardan ateşi geri almasına neden olmuşlardı. Zeus o kadar kızdı ki insanlarda ateşle birlikte iyileşebilme özelliklerini de aldı. Prometheus tanrıların tanrısına ilk burada karşı gelmiş ve tanrısal ateşi insanlara geri ulaştırmak için Olympos dağından çalmıştı.

Zeus, tanrıların tanrısı böyle bir ihaneti asla cezasız bırakır mı? Öyle bir oyun oynadı ki hem insanlara hem de Prometheusa. Tanrıların tanrısı tüm güzellikleri bir araya toplayarak ilk kadını yarattı. Zeus diğer tanrı ve tanrıçalardan onun için armağanlar vermelerini istedi. Aphordite güzelliğini , Athena zekasını, Apollon bilgeliği verdi. Ama hiçbir şey kadının merakının önüne geçmeye yetmedi. Bu yaratılan ilk kadına Zeus "herkezin armağanı" anlamına gelen Pandora ismini verdi. Bu güzel "felaket" yaratılınca Zeus onu yeryüzüne indirdi. Böylece kadınla erkek arasındaki büyük mücadele başlamış oldu.

Prometheus Zeusun yapacaklarını tahmin ederek kardeşi Epimetheus a tanrıların tanrısından gelecek armağanları almamasını söyledi. Çünkü Prometheus biliyordu ki öc alma isteğiyle yanan Zeus onun için çok büyük cezalar planlamaktaydı. Prometheus un tüm uyarılarına rağmen Pandora Epimetheus un sarayına ayak bastığında tüm uyarıları bir anda silmeyi başaran güzelliğiyle kralı kendine hemen hayran bıraktı. Sarayda yaşadığı günler boyunca kendisine Zeus tarafından verilen ve kesinlikle açılmaması emredilen sandık onun ilgisini hep çekti. İşte kadının merakı burada apollon un kendisine verdiği bilgelikten ve Athena nın kendisine verdiği akıldan daha önce geçerek Pandora yı pençesine aldı. Pandora tüm emirleri unutarak sandığı açtığında yaptığı hatanın ne kadar büyük olduğu geçte olsa fark etti. İnsanlığa zarar verecek olan hastalık, acılar, kederler, kötülüklerin tamamı çıktı ve insanlığa musallat oldu. Pandora son anda sandığı kapatmayı başardı ve sadece insanlığın elinde tek güzel şey kaldı: Umut. O günden sonra insanlar tüm kötülüklere umut ederek karşı durmayı başarmışlardır.

Bu Zeusun insanlığa verdiği cezaydı. Birde Prometheusa verdiği bir ceza vardı ki yıllarca sürecek. Prometheus Kafkas dağına büyük bir kayaya Ateşin tanrısı demirci ve tanrıların silahlarının yapıcısı Hephaistos tarafından yapılan kırılmaz büyük zincirlerle bağlandı. Zeus tarafından yaratılan büyük bir kartal her gün sabahtan gelecek ve vücudunu didik didik edip karaciğerini yiyecek, bu büyük acılar akşam vakti dinecek. Ama Prometheus un acısı çok uzun süre dinmemiş, titanlardan biri olan Prometheus ölümsüz olduğu için ölme lüksüne sahip değilmiş. Her gece tekrar vücudu kendini yenileyip eski haline geliyor ve yeniden kartal gelip ona acılar veriyordu. Zeus un bu acılı cezayı aslında Prometheus un bildiği bir sırrı ona söyletmek için verdiğine inanılır ama sır nedir yada Zeus bu sırrı onun ağzından alabilmiş midir kesin bir bilgi yok. Sonuç olarak uzun yıllar sonunda Zeus un efsanelere konu olan oğlu Herakles (Hercules) gelip zincirleri kırarak ve kartalı öldürerek Prometheus u serbest bırakmıştır. Aslında efsanelerde Heraklesin bunu yapmasını Zeusun bizzat istediği belirtilir ama ceza dan neden vazgeçmiştir işte bu sorunun cevabı verilmez.

9 Eylül 2008 Salı

BAŞKALARININ KANATLARI


Başkalarının Kanatları

I. Bölüm:

O gün yer altı sınıfındaki öğrencilerinin yoklama fişini inceleyen Öğretmen Bayan Körkösnü, iki yaramaz öğrencisinin yine sınıfta olmadıklarını fark edince önündeki sıralarda uğuldaşıp duran öğrencilerine dönerek;- Bu iki hayta yine mi okulu astı ? diye sordu.Ön sıralarda oturan kertenkenkele yavrularının kıpırdaşan kalabalığının arasından bir kafa yukarı kalkarak;- Evet , efendim.! Hatta okula hiç gelmediler. Diyerek yakınmayla karışık bir şikayette bulundu. Bu cevabın üzerine, Öğretmen Körkösnü: burnun ucundaki şişe dibi gibi kalın gözlüklerini yukarıya itekleyerek kafasını yoklama fişinden sınıfa çevirdi. Bir an öylece sert sert baktı. Öğretmenin sınıfla ilgilendiğini fark eden öğrenciler anında sus-pus oldular. Sınıfa derin bir sessizlik çöküverdi. Gereken etkiyi sağladığnı fark eden Bayan Körkösnü sesine özellikle kızgınlık dolu bir hava vererek;- Peki, bu haytaların nerede olduğunu bilen var mı ? diye haykırdı. Sesi sınıfın geniş boşluğunda yankılanıp yok olurken, sınıf bu soruya derin bir sessizlikle karşılık verebildi. Zira, Bayan Körkösnü`yü ilkez bu kadar hiddetli görüyorlardı. Sınıfın en yaramazlarını bile bir tedirginlik almıştı. Sanki, Öğretmenleri sınıfın orta yerinde ha patladı ha patlayacak pimi çekilmiş bir el bombası gibiydi. İşte bu yüzden hiç kimse bu öfkenin hedefi olmak niyetinde değildi. Hatta, her zaman kıpır kıpır olan kertenkelecikler dahi, birer canlı heykel kesilmişlerdi..Bir süre öylece bekleyen Bayan Körkösnü, şişe dibi kadar kalın ve büyük gözlüklerinin arkasında daha bir kocaman ve ürkütücü görünen gözleriyle bu tedirgin ve sus pus olmuş kalabalığı süzdükten sonra tehditkar bir sesle,- Eğer; sizlerden herhangi biri bu iki akıllanmaz haytayı örnek alır yada onlara uymaya yeltenirse, bunun hesabını çok kötü öder, bilesiniz ! diyerek kesitirip attı.Sınıfta bir uğultu koptu, Herkes hemen en yakın arkadaşına dönüp telaşlı telaşlı bir şeyler söylemek gayretine girişti. Öğrencilerinin bu korkulu heyecanlarından faydalanmanın zamanın geldiğini anlayan Bayan Körkösnü masasının üzerine doğru abanarak kocaman gözlerini sınıfa dikti ve Sert bir şekilde azarladı.- Kess.! Keees..! bu kadar yeter, iki akıllanmaz ile boşa vakit harcayacak değilim. Biz işimize bakalım.! diyerek elinde tuttuğu tebeşirle tahtaya doğru döndü ve hızlı hızlı bir şeyler yazdı:` BAŞKALARININ KANATLARIYLA UÇANLAR.............BULURLAR.! `Sonra, sınıfa döndü ve - Eveeet ! dedi bu cümlenin kalanını kim tamamlayacak ? Bir süre öylece korkuyla bekleşen sınıftan tedirgin ve ürkek birkaç tane pati, pençe ve ön kol havaya kalktı?.


II.Bölüm

O günde okulu asmış olan iki kafadar, ormanlık arazinin vadiye bakan yamacındaki bir fıstık çamının dalları arasında oturmuşlar, hem fıstık yiyorlar hemde aşağıda ki vadinin eşsiz manzarasının tadını çıkarıyorlardı. İki minik pençesinin arasında sımsıkı tuttuğu çam fıstığının sert kabuğunu seri bir şekilde dişleyerek açmaya çalışan Kazmadiş arkadaşı Fırçakuyruğa dönerek:

- Biliyor musun, Fırfır. Bazen annemle babamı anlamakta ne kadar zorluk çekiyorum. ?
- Yine ne oldu Kazu ?
- Ne olsun yahu, iki de bir okul deyip tutturuyorlar. Ne varsa şu okulda. Şu güzelim günde yerin dibine girip bir sürü saçma sapan soruya cevap vereceksin. Öğretmen anlatacak sen dinleyeceksin, neymiş efendim hayatı öğrenecekmişim ne yani bana hayatı burnun ucunu bile göremeyen o körkösnü mü öğretecek
- Hişşşt yavaş oğlum ya..! Birisi duyacak sonra bayan körkösnüye hesap vermek zorunda kalacağız. Zaten okula gitmiyoruz bir de dalga geçtiğimizi duyarsa…
- Sende ama korkakmışsın oğlum ya cesur ol bi…diyecekti ki elindeki çam fıstığını atıp olduğu yerde zıplayarak - Fırfır bak oğlum..! bak. bak şuraya bak. Diyerek pençesiyle vadiyi işaret etmeye başladı.
Fırfır arkadaşı Kazu’nun dediği yöne bakınca bir an kanın damarlarından çekildiğini sandı. Gördüğü olay karşısında korkudan dona kalmıştı. Aşağıdaki vadide süzülen bir şahin aniden kanatlarını kısıp şimşek gibi ağaçlık arazinin ortasında ki çayırlık alana dalmış ve bir beş saniye dahi aralamadan pençesinde kıvranıp duran bir tarla faresi ile yükselip gözden yitmişti.
Bu manzara karşısında son derece etkilenen kazmadiş imrenme dolu bir sesle;
- Üfff be ne biçim daldı gördün değil mi, Nasıl da uçuyor..Ah keşke bende şahin olsaydım bu çayır sincablığını ben hiç sevmedin. Keşke bizim de onlar gibi kanatlarımız olsaydı..Değil mi Fırfır. Diyerek fırçakuyruğa döndü. Gördüğü olay karşısında afallamış olan Fırçakuyruk..
- Ne..! kanat mı, sen ne saçmalıyorsun o tarla faresinin yerinde ikimizden biride olabilirdi. Hem bu uçmak sevdasındanda vazgeç, başımıza iş açacaksın..Kanatmış, uçmakmış sen kafayı mı yedin ?
- Sen öyle san oğlum ben birgün uçacağım ve sen de buna şahit olacaksın bak gör..! Aha şuraya yazıyorum.
- Hah güldürme beni sen okuma yazma bilmiyorsun ki Nasıl yazıyorsun ?
- Lafın gelişi oğlum..yazıyoruz dediysek..Sanki gerçekten yazdık..
- Zaten yazamazsın ki..
Arkadaşının bu lafına son derece içerleyen Kazmadiş çareyi konuyu değiştirmekte buldu.

- Doğru yazamam ama uçarım bak göreceksin..evet göreceksin..hepiniz göreceksiniz..Kazmadiş kimmiş ?
- Bırak Kazu bu işleri. Senin bu dediklerin hayal oğlum hayal..Sahi, sen hayal nedir biliyor musun, Kazucuğum ?
- Neymiş Fırfır efendi ?
- Hah işte senin anlatıklarına bizim oralarda hayal denir. Dedikten sonra Fırfır katıla
katıla gülmeye başladı.

- Sen geç bakalım dalganı Fırfır efendi. Ben sana göklerden el sallarken böyle gülemeyeceksin ama…Uçacağım..! Uçacak ve tüm dünya buna şahit olacak..!!

Kazu son cümlesini öylesine yüksek bir nida ile söylemişti ki yaşlı fıstık çamının kalın gövdesinin serin karanlığında aniden iki kocaman göz parlayıverdi. Çengelgaga geceleri avlandığı için gündüzlerini dinlenerek geçiriyordu Bu saatte kendisini uykusundan uyandıran bu iki densizde kim di.?

Bölüm III.


Çengelgaga huzursuzca kıpırdandı karanlıkta, araba farı gibi kocaman gözlerini bir
sağa, bir sola evirdi çevirdi. Aynı kovukta az ilersinda yatan kesikkuyruğu gördü. Kesikkuyruk hiçbir şey olmamış gibi öylece uyumaktaydı. İleriye doğru uzanıp hala uyumakta olan kesikkuyruğu gagası ile dürtüklemeye başladı. Kesikkuyruk uyku sersemi bir halde;
- Amanın.. amanın ne oluyor. Lütfen.. lütfen beni yeme, beni yeme..! diyerek feryat figan uykudan uyanıverdi. Çengelgaga öfkeli bir sesle;
- dünya yıkılsa haberin olmaz uyuşuk kalk bakalım. Git bir bak.! Neler oluyor dışarıda.! Sabahten beri vır vır vır – zır zır zır bir rahat vermediler gitti. Haydi çabuk..Çabuk git bak.!
Uykudan birden bire kaldırılmanın vermiş olduğu şaşkınlığı üzerinden atamayan kesikkuyruk sersem bir halde cevap verdi.
- Ha tabii efendim, derhal efendim.. hemen bakarım efendim..dışarısıydı değil mi ?
Bu yanıt üzerinde iyice öfkelenen Çengelgaga kocaman gözlerini kısarak;
- Evet dışarası sen ne kafasız bir kertenkelesin yahu bir lafı ikiletmezsen olmaz mı ?. Çabuk.. benim canımı sıkma.! diyerek kesikkuyruğu azarladı..Bunun üzerine korkuya kapılan kesikkuyruk telaşla;
- Tamam efendim. Derhal gidiyorum. Dedikten sonra fırlayıp çıktı kovuktan. Güneş gözlerini kamaştırsada az sonra yukarı dallarda iki tane yavru çayır sincabının kendi aralarında hararetli bir tartışmaya giriştiklerini rahatlıkla fark etti. Derhal hızlı ve sessiz adımlarla yukarıya tırmanıp rahatça dinleyebileceği bir mesafeye yaklaştı ve yaprakların arkasına sinsice saklanarak bir süre kulak misafiri oldu.
O sırada fırçakuyruk ile kazmadiş arasındaki tartışma tamamen bir kuru inatlaşmaya dönmüştü

- Kazu bırak inadı u ça maz sın .!
- U ÇA RIM. Fırfır efendi U ÇA RIM.!

Uçarsın uçamazsın derken durumu kavrayan kesikkuyruk saklandığı yerden ok gibi fırlayıp araya girdi.

- Uçarsın uçarsın hemde bal gibi uçarsın. Üstelik istersen şimdi bile uçarsın bakma sen ona. ! demesiyle bizim çayır sincabları bu davetsiz misafirin sesini duyar duymaz korkudan yukarı dallara doğru kaçıştılarsa da gelenin bir kertenkele olduğunu fark edince tekrar aşağıya indiler. Kazmadiş merakla karışık bir duyguyla kesikkuyruğa doğru sokularak..

- Nasıl yani.?
- Basbayağı.. uçmak o kadar zor bir iş değil ki mesela ben hergün uçuyorum.
- Sen mi ? hergün mü ?
- Evet
- Nasıl oluyor ki o, senin de bizim gibi kanatların yok. Nasıl uçuyorsun.?
- Benim yok ama arkadaşımın var. O beni istediğim her yere götürür.
- Arkadaşın mı, kim senin arkadaşın. ?
- Adı çengelgaga. Bir baykuş olmasına rağmen çok iyi birisidir.
- Ne baykuş mu ? Ne yani sen bir baykuşla arkadaşmısın dalga geçiyorsun.!
- Yok yook kesinlikle dalga falan geçmiyorum. O zaten bu iyiliği yüzünden baykuşların arasından kovulmuş zavallı bir kuştur.
- Ne için kovmuşlar onu.. dedi fırfır ilkez konuşmaya katılarak.
- Ne için mi ? tabiki et yemediği için. Çengelgaga taaa çocukluğundan beri et yemezmiş bunun içinde diğer baykuşlar gibi avlanmazmış. Bu durumu fark edince anne ve babası bir süre çengelgaganın bu garip hallerini saklamak istemişler ama tabi ki duyulmuş. Duyulunca da diğer yavru baykuşlara kötü örnek olacağı için sürgün etmişler.
- Peki et yemiyorsa ne yiyor..
- Ne mi yiyor, elbette ki siz ne yerseniz onları yiyor. Bitki tohumları, yabani çilek, böğürtlen falan filan.. Hatta birgün baykuşlar onu et yemesi için zorlamışlar. Demişlerki eğer et yemezsen seni öldürürüz.. o da bu durum karşısında bir iki parça yemek istemiş ancak o kadar iğrenmiş ki kusmaktan gözlerinden yaş gelmiş. Hastalanmış ve tüm gün yuvadan dışarıya çıkamamış..
- Demek hiç et yiyemiyor. Peki sen nasıl arkadaş oldun.
- Birgün baktım bir kızılcık ağacında bizim çengelgaga ha babam kızılcık yer durur. İlkkez bir baykuşun kızılcık yediğini görünce şaşırdım tabi ister istemez meraklanıp sordum. Sen bir baykuşsun niye avlanmıyorsun da kızılcık yiyorsun diye. O da dediki ben et yiyemiyorum.. İğrenç geliyor. Hem bu meyveler daha lezzetli ve nefis, dedi. Sonra bana dönüp ben çok yanlızım beni baykuşlar aralarında istemiyor. Diğer canlılarda sanki onlara bir şey yapacakmışım gibi benden kaçıyor..dedi
- Eee sen ne dedin. Diyerek kazmadiş merakla sordu.
- Ne diyeceğim. Önceleri elbette korktum, baktım gayet samimi sonra arkadaş olduk, şimdi ben nereye istersem hatta ormanın en uzak yerine bile o beni alır ve uçurarak oraya götürür.
- Sahi mi uçmak nasıl güzel mi ?
- Güzel mi.. hah ne güzeli be.. mükemmel, müthiş inanamazsınız. Tüm ormana yukarılardan bakmak müthiş bir heyecan, inanılmaz bir duygu.. İsterseniz çengelgaga sizleride uçurabilir..

Kazmadiş sanki bu teklifi bekliyormuş gibi sabırsızca cevapladı.

- Gerçekten bizide uçurur mu ? derdemez fırçakuyruk arkaşına sokularak fısıltıyla
kulağına bir şeyler söyledi. Bunun üzerine kazmadiş fırçakuyruğa dönüp.

- Ya anlamıyor musun baykuş hasta et yiyemiyor.. Bize bir şey yapmaz
- Nereden biliyorsun ya yalansa..?

Bu son cümleyi duyan kesikkuyruk alınmış gibi yaparak.

- Ne.! bana yalancı mı diyorsunuz. Ben size niçin yalan söylecekmişim. Birkere bu anlatıklarım yalan olsa çengelgaga önce beni yerdi değil mi. Burada sağ salim sizlerle görüştüğüme göre..Anlatıklarımın doğru olması gerekmez mi. ?
- Doğru, öyle ya..! Arkadaş yalan söylese çengelgaga önce onu yerdi o da burada olamazdı değil mi fırfır efendi cevap ver bakalım.?
- Şeyy ben… bilemiyorum..
- Bilmiyorsan sus dedi kazmadiş. Sonra dönüp kesikkuyruğa
- Senin arkadaş çengelgaga şimdi nerede, buraya uzak mı ?
- Yok yok buralarda bir yerlerde dinleniyordur. İsterseniz çağırırım bizlere ormanın üzerinde bir tur attırır ha.. Ne dersiniz.?
- Cidden olur mu..!
- Neden olmasın o da sevinir hem iki yeni arkadaş daha edinir. Sizleri çok sevecek. Hem birkere onu tanısanız sizde onu seversiniz..
- Tamam olur. Dedi kazmadiş

Bu lafın üzerine kesikkuyruk hızla kovuğa doğru gitti ve gözden kayboldu. Bizim iki kafadar başbaşa kalınca Fırçakuyruk kazmadişe endişeyle bakarak.

- Kazu emin misin ? Ya bir şey olursa. Dedi
- Ne olacak fırfır efendi sen istersen gelme. Burada bekler beni uçarken seyredersin.! Dedi böbürlenerek.

Fırçakuyruk hiçbir şey demedi ancak yinede endişeliydi. Bu arada ağacın derin karanlığında kesikkuyruk durumu çengelgagaya izah etmekle meşguldü,

- Efendim bunlar iki tane kafasız okul kaçağı çayır sincabı, bir tanesi aklınca uçmak istiyor. diğeri biraz çekingen. Bugünde okulu asmışlar burada fıstık yiyerek vakit geçiriyorlar. Bende onlara sizin uçmalarına yardımcı olabileceğinizi söyledim
- Ne ben mi sen aklını mı yitirdin..! Onlar beni görünce kaçacak delik ararlar.!
- Durun efendim öyle değil. Onlara sizin et yemediğinizi et yediğiniz zaman hastalandığınızı hatta bu yüzden baykuşların sizi aralarından kovduklarını yalnız yaşadığınızı falan anlattım..! Sizi görmek ve sizinle dost olmak istiyorlar..
- Ne yani, onlarda bu yalana inandılar, öyle mi ?
- Evet efendim inanmak ne kelime şimdi yukarıda sizi bekliyorlar..Onları ormanın üzerinde bir veya iki tur uçuracağınızı düşünüyorlar..
- Hımmm peki öyleyse. Afiyetle uçuralım bakalım şu iki haylazı. Aferin kesikkuyruk gözüme giriyorsun, kedi olalı bir av tuttun, zaten canımda taze et çekmişti..!!
- Afiyet olsun efendim. Ancak isterseniz önden gidip onlara haber vereyim. Siz biraz geç gelin ki bu duruma fazla hevesli görünmeyelim dikkat çekmesin.
- Tamam haydi bakalım ben burada biraz beklerim. Sen önden git

Bölüm IV


Kesikkuyruk derhal fırlayıp çıktı kovuktan ve fıstık çamının üst dallarında meraklı bir heyecanla beklemekte olan. Bizim iki kafadara doğru yavaşça yürümeye başladı. Kesikkuyruğun tek başına geldiğini gören kazmadiş endişelenmişti; yoksa çengelgaga gelmek istemiyor muydu. Bu durumda kazmadişin uçma hayalleride suya düşecekti. Kesikkuyruk numaradan oflayarak puflayarak iki kafadarın yanına vardı:

- Offf bittim arkadaşlar…Oyyy tükendim valla..!
- Ne oldu anlatsana, gelmiyormu. Diye heyecanla sordu kazmadiş
- Ay aman biraz müsaade..hele bir nefes alayım.!
- Ya gelecek mi bari onu dee..
- Yahu kazu görmüyormusun adam nefes alamıyor bittim diyor..Sen ne diyorsun..sabret…biraz sonra der ne diyecekse.
- Yahu fırfır karışmasan olmazdı.. dimi ? Sen sus ben ona soruyorum..
- Tamam sor karışmadık.. Sanki cevap alabiliyormuş gibi birde ona soruyorum demiyor mu
- Fırfııır bak fena yaparım haaa.!
- Ne yaparsın gel geeel hadi gell.. gelsene
İki kafadar neredeyse biribirlerine dalacakken Kesikkuyruk fazla uzatmadan araya girdi..

- Çocuklar.! Arkadaşlar durun.. durun hele..Tamam.. Çengelgaga az sonra gelecek..
- Gelecek mi sahi mi ? diyerek hemen dikkat kesildi Kazmadiş
- Hiç gelmez olur mu ? O da sizinle tanışmak istiyor..Malum o kadar az arkadaşı var ki …Sesine öylesine hüzünlü bir ton vermiş başınıda öyle masumane önüne
Eğmişti ki..kesikkuyruğun bu haline gören çengelgagaya acıma değil gözyaşı bile dökerdi. Bir süre öyle sessizce bekleştiler..Ancak, bu sessizliği bozan yine kesikkuyruk oldu..Çirkin ve kirli pençesini ileriye gökyüzüne doğru uzatıp:

- Bakın.! Bakın.! İşte geliyor..diyerek havada süzülerek gelen baykuşu işaret etti.
Fırçakuyruk ve kazmadiş hemen o yöne doğru döndüler. Çengelgaga bir iki kanat çırpıyor sonra kendini boşluğa bırakarak süzülüyor. Yere bir iki metre kala tekrar kanat çırpıyor ve yükseliyordu. Bir yandanda fıstık çamının dalları arasında kendisini bekleyen iki çayır sincabını gözetlemeyi ihmal etmiyordu. O anda akşamdan beri hiçbir şey yemediği geldi aklına şimdi bu vakitte ne güzel olacaktı. Şöyle bir iki tur atayım bakalım hangisi daha semizmiş..diye geçirdi içinden ve ağacın etrafında turlamaya başladı

Bu arada baykuştan fazlası ile korkmuş olan fırçakuyruk, kazmadişin arkasına sinmişti ve arkadaşının kulağına doğru korkudan kekeleyerek yalvarmaya başladı.

- Ka.. Ka.. Kazu gi..gi..gidelim. Lü..lü..Lütfen..!! diye bildi zorlukla..
Kazmadişte çok korkuyordu ancak erkekliğe helal gelmesin diye..belli etmemeye çalışıyordu..Durumun farkına varan Kesikkuyruk havada dönüp duran Çengelgagaya belli etmeden bir işaret çaktı..Çengelgaga işareti anlamıştı ve hemen ani bir manevraya fıstık çamına doğru yöneldi..Orta yerde yalı kazığı gibi duran kazmadişi hedef almıştı. Çünkü fırçakuyruk arkadaşının arkasına saklandığan pek iyi seçilemiyordu..Eğer şansım varsa her ikisinide yakalarım diye içinden geçirdi ve hamlesini yaptı.
Çok geçte olsa Çengelgaganın gerçek niyetini anlayan Fırçakuyruk can havliyle kendini boşluğa fırlattı. Bu öylesine rastgele bir atlayıştı ki havada dengesini dahi sağlayamadan düşmeye başladı düşerken fıstık çamının iğne uçlu yaprakları ve reçineli dalları orasına burasına öyle şiddetle çarpıyordu ki canın acısından - imdaaaat diye haykırı vermişti. Sesi vadide yankılanıyor gibi gelmişti. Ancak yankı zannettiği ses kazunun sesi idi. İşte o anda Fırçakuyruk yere öyle şiddetli çarptıki biran öleceğim sandı..Çünkü; çarpmanın etkisi ile soluğu kesilmişti. Zar zor nefes alabildi. Her nefeste ciğerleri yırtılıyordu sanki..Kaçmalıyım dedi ve şuursuzca sürünerek düştüğü yerden fazla uzak olmayan bir köstebek tüneline kendini atabildi. Zaten ondan sonra Fırçakuyrukta film koptu..

Ne yazık ki Kazmadiş onun kadar şanslı değildi..Çengelgaga daha ilk hamlede pençlerini onun vücuduna öyle bir geçirmişti ki duyduğu acı inanılmazdı..vücuduna geçmiş bu korkunç pençelerin arasında dehşetli bir şekilde, acı içinde kıvranırken kendini gökyüzünde buldu.Uçuyordu..ancak şu an onu bu durum hiç ilgilendirmiyordu. Kazmadiş şuurunu yitirmeden önce avazının yettiği kadar son bir kez yardım istedi..

- İmdaaat.. Ne olur Kurtarın beni..! Kurtarın beni..! Sesi mavi gökyüzünün boşluğunda yitip yok olurken Çengelgaga kısa günün karı avını kovuğuna doğru götürmekteydi…

Vadide bunlar olup biterken.
Yer altı sınıfında bayan körkösnüde dersinin sonuna gelmişti. Eline tebeşirini alarak yavaşça masasından doğruldu ve karatahtanın önüne geldi. Sınıfa dönerek şevkat dolu bir sesle;

- Evet..! Yavrularım. Şimdi sıra bende sanırım..sizlerinde bu cümlenin nasıl tamamlanacağını merak ettiğinizi biliyorum. Onun için fazla uzatmadan tamamlayacağım..dedikten sonra elindeki tebeşir ile tahtaya dönüp cümledeki boşluğu doldurdu. Geriye çekildiğinde tahtada aynen şu yazıyordu.

BAŞKALARININ KANATLARI İLE UÇANLAR KENDİLERİNİ YİNE ONLARIN KURSAKLARINDA BULURLAR ..!

Cümleyi okuyan tüm öğrenciler anlamlı kafa sallamalar ile onaylarcasına tahtaya bakıyor ve aralarında fısıldayarak fikir alış verişinde bulunuyorlardı ki paydos zili çaldı ve öğrenciler derhal çantalarını toplayarak evlerine doğru yola koyuldular….
Öğretmen körkösnü ise boşalan sınıfa sırtı dönük tahtayı temizlerken, aklı hala okul kaçağı iki haylaz öğrencisindeydi…Yüreği burkularak; Umarım iyisinizdir…Umarım başınıza kötü bir hal gelmemiştir yavrularım.. dedi içinden….

SON





H SOYKÖK _ ANKARA

GÜNDÜZÜNÜ KAYBEDEN KUŞ


Martılardan bahsediyorum. Onları sayısız çığrış ve çırpınışlarıyla kıyılarda görür, duyar ve görmesini de severiz. Fakat bildiğimiz o martılardan çok daha büyük ve kanatları çok daha uzun bir açık deniz martısı vardır. Onlara Güney Akdeniz'de "miho" derler. İşte onlardan söz etmek istiyorum.

Sanki kuş değildir de, kanatlanış bir köpük parçası -ne bileyim- bir ıssızlık parçasıdır. Denizin o hırlayan uçurumları, tepetakla dönmüş Niyagara çavlanı (= Çağlayanın büyüğü, şelâle) gibi havaya yükselirken, onlara gün göründü demektir. İşte o zaman fırtınayı da,kara bulutları da ta aşağılarda bırakırlar. İnsanın hayalini bile korkutan, çıldırtacak yüksekliklere çıkarlar. Göklerin koynunda küçücük mavi bir nokta olurlar. O nokta, çıkar çıkmaz da maviliklerde erir ve garip kuş, maviler çölünde, sessizlik içinde yapayalnız. Fırtınasız, açık havada başka bir dünyadan geliyormuş gibi, ara sıra uzun bir çağırış duyulur gibi olur. İnsan, " Acaba gök mavileri mi dile geldi? " diye dört yana bakınır durur. Oysa öten, denizin kartalıdır. Bu fırtnalar imparatorunun hızı kasırgayı aşar. Rakibi ancak şimşektir. Denizin ve sonsuzlukların bu kayıtsız seyircisi, karaların kartalı ve akbabası gib yırtıcı gagalı ve pençeli değildir. Enginin bu kuşu, en yükseklerde uçan bir ak bulut hayatını yaşar.

Hacı Süleyman, şafaktan beri elde çifte, önde köpek, kıyı kıyı taban tepiyordu. Tanyeri uyanırken, keklikler derelerden, yamaçlardan cak cak cak cak cak cak.. ederek, yeni doğan günü bütün kuşlar, böcekler, çalılar, dağlar, taşlar ve denizlerle esenliyorlardı. Ne bir kuş, ne de bir böcek olan Goethe'nin bile ölürken ve kapkara sonrasızlığa göçerken son çağırışı "Işık! Işık! Işık!" değil miydi? Çiçek, balık, kuş, insan hepsinin aradığı ışık işte ağarmaktaydı. Keklikler hamamböceği, solucan, akrep, tespihböceği değillerdi ki karanlıkları arasınlar. Onlar güneşle ve güne§ten yaşıyorlardı. Zavallılar o ışığı sesleriyle, şarkılarıyla içlerinin ışığından gelme, ışıklarıyla esenliyorlardı. Günün ışığı keklik için güvenlik demekti. Hem kendisi, hem de palazları için karanlıklardan gelen korkuların sonu idi bu. Artık çalılıkların en kuytu ve gizli boşlukları bile aydınlanıyordu. Bütün ana keklikler yuvalarının kenarına oturmuşlar, "Merhaba!" diyerek gevezelik ediyor ve "Bir karanlık gece daha atlattık," diye birbirlerini kutluyorlardı.

Hacı Süleyman yürüye yürüye dik bir kayalığın dibine vardı. Her yan keklik ötüşü kesilmişti. Gelgelelim binlerce kekliğin bir taneciği bile ortada yoktu. Hacı Süleyman köpeğine kızdı, "Senin burnun mu yok ne? A it oğlu it!" diye çıkışarak köpeğe bir tekme attı. Köpek kuyruğunu ardına kıstı ve beş on adım öteye kaçtı. Hacı Süleyman'ın gözlerini kan bürümüştü. Bu keklik bolluğundan üç dört çift olsun vuramasın ha? Elinden gelseydi çifteyi güneşe tutup, öldürücülük tutkusunu doyurmak için ateş edecek ve güneşi kör edecekti.

Tam o sırada önünde yürüyen uyuz köpek yarı havlayış, yarı uluyuştan ibaret bir ses çıkardı. Aynı zamanda da Hacı Süleyman, başının üzerinde, yükseklerde bir kanat hışırtısı duydu.

Yüksek bir kayanın tepesinde yumurtlayan bir miho kanada kalkmıştı. Hacı Süleyman birdenbire çiftesini havaya dikti ve çiftenin iki gözünü birden ateşledi. Miho kanatlarını topladı, avına saldıran bir şahin gibi, aşağıya doğru düştü. Havaya, yolunan bir sürü tüy uçtu. Kuş sendeledi, dengesini buldu. Ve bir fişek gibi dosdoğru yükseklere fırladı. Ardı sıra bıraktığı tüyler döne döne yere indi.

Yandan gelen saçmaların biri, kuşun bir gözünden öteki gözüne geçerek, ikisini birden akıtıp kör etmişti. Kuş artık korkunç ve garip bir karanlıkta uçuyordu. Hiç durmadan, dinlenmeden beş saat uçtu. Doğdu doğalı tanıdığı göğü karanlıklarda aradı. Fakat göğü bulamıyordu. Biliyordu: Yuvası göğün bir kenarında, bir kayanın üzerindeydi. Yavruları yiyeceksizlikten ne haldeydiler acaba? Annelerinin mavilerde çınlayan sesini araya araya, göklere baka mı kalacaklardı? Kuş olanca gücünü yeni baştan kanatlarına verdi. Herhalde bu karanlıkları aşacak ve karanlıklardan ötelere yayılan mavilere ulaşıp dalacaktı.

Böylelikle dört beş saat daha uçtu. Artık gece olmuştu. Miho hâlâ gündüzü arıyor, ama bulamıyordu. Kanatları ağırlaşıyordu. Kanatlarıyla aydınlığa varamayacağını anladı. İşte o zaman masum sesiyle mavi yükseklikleri yaratmaya kalkıştı. Türkü söyledi. Türküsüyle ve içinin ateşiyle zindan kesilen evreni, apaydın edecek olan güneşi yaratmaya çabalıyordu. Fakat artık bitkindi. Gecenin karanlığında sesi sendeliyordu.
Engin üzerliklerin bu tenha uçucusu, karaya ancak yavrularıyla bağlıydı. Yavrularının yuvasını, bağrından yolduğu tüylerle döşemişti. Son bir defa, karanlıkta iki ayaklı birer pamuk yumağına benzeyen sarı gagalı yavrularını çağırdı. Sesi kısıldı. Gırtlağından garip gürültüler çıkararak ve tekerlenerek çırpına çırpına denize düştü.

Ertesi günü, ıssız denizlerde bir beyaz tüy yüzüyordu ancak.

Halikarnas Balıkçısı