6 Kasım 2008 Perşembe

İKTİDAR MACUNU - HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL


İKTİDAR MACUNU - HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL
Postacının bıraktığı beş mektuptan biri bir dergiden geliyordu. Yeniden yeniden okudu. Düşündü. Güldü. Gülümsedi. Sonra bir kez daha okudu. Yine güldü, gülümsedi, düşünmeye başladı.
Radyoda, " bugün posta günü canım sıkılır." diye bir türkü vardı. İki yaşındaki oğlu, koltuğa oturmuş, elindeki plastik tavşanın sesinin nerden çıktığını bulmaya çalışıyordu. Komşu kadın, elma satıcısıyla tartışıyordu. Elma satıcısı, " Allah iki gözümü kör etsin ki, kiloda 10 kuruş kazanıyorum." diyordu. Kadın ise, " İki gözün kör olmasın ki, 100 kuruş kazanıyorsun" diye bağırıyordu. Karşı evin merdivenlerine tam on sekiz tane kız çocuğu toplanmıştı. Boy boy, renk renk, cıvıl cıvıl, tam on sekiz tane kız çocuğu. " Bu sokakta kız çocuğu mu çok, yoksa kızlar bir arada mı oynamaktan hoşlanıyorlar? " diye düşündü. Mektubu yanı başına bıraktı.
" Bak karıcığım" diye seslendi, " ne istiyorlar mektupta?"
Karısı, " Gözleri kör olmasın... bir kilo domatesin yarım kilosu çürük" diye söyleniyordu mutfakta. Ellerini silip geldi:
" Ne diyorlar? "
Yazar, ilk görüyormuş gibi, bir süre baktı karısının yüzüne; sonra,
"İçinde politika olmayan bir hikaye istiyorlar benden" dedi.
Mektubu okuyup bitiren karısı,
" Eee, yazıver " dedi. " Suya sabuna dokunmayan cinsinden bir şeyler yazıver. Demek ki öyle istiyorlar..."
Mektuba bir kez daha göz gezdirdi ve
" Ben şu domateslerin çürüklerini ayıklıyordum.." diyerek çıktı.
" İçinde politika bulunmayan bir hikaye..."
Ne yazsındı ?

Yazımakinesine kağıdı taktı. Bir süre düşündü. sonra bir kadeh rakı aldı. " Bu rakılar da çamur gibi" diye düşündü. " Bu çamur gibi rakılarla politikasız hikaye yazılır mı birader !" diye düşündü. Hikayenin adını koydu: " İKTİDAR MACUNU". ve başladı yazmaya....


Kayısı sıcağı, sarı bir bulut halinde dolaşıyordu dalların, yaprakların arasında. Ön ayağından sicimle bağlı kara bir oğlak, yarıçapı üç metre bir daire içinde kıpır kıpır yiyordu yeşili. Az ötesinde bir inek, dört ayağını gerip yatmış, zaman zaman sineklerini kovarak, tatlı tatlı gevişiyordu. Bir erkek sarıasma kuşu, elma ağacında ıslık çalıp duta geçti. Havada bal kokusu vardı. Karşıki kel dağlar, gözünü alıyordu insanın. Şantiyeden varil, bidon ve çekiç gürültüleri geliyordu.
Şakir Usta, elindeki gazeteyi dizlerine yayarken, uykulu gözlerini kaldırdı,
" Merhaba Necip Efendi" dedi, " Gel bakalım... Şöyle beş dakka dinleneyim dedimdi.."
Necip, dizlerini karnına çekerek oturdu karşısına:
" Ne yazıyor gazeteler? "
Şakir Usta, bezginlikle uzattı gazeteyi:
" Yok, yok, yok... okumam! Beybamdan vasiyetliyim ben. Ne gazete okurum, ne de politikayla uğraşırım. Radyoyu bile dinlemem. bize mi kalmış! Bunca akıllı adam gelip geçmiş, düzeltememiş de, biz mi düzelteceğiz bu ırzı kırık dünyayı!.. Neden ki, bir kere çivisi kopmuş dünyanın, artık töbe tutmaz!"
Güldü, güldü, güldü... Bekledi ki, Şakir Usta da gülsün. O gülmeyince, kızarak devam etti:
" Doğru muyum amma? Kopmuş çivisi bu dünyanın! Rahmetlik beybam akıllı adamdı, bilgili adamdı. Aman oğlum, sen seni bil, sakın politikayla uğraşma, derdi. Politika belalı şey, derdi. Politika, adamı ipe götürür, ipten getirir, derdi. Son vasiyeti de bu oldu. Politikayla uğraşırsan hakkımı helal etmem oğlum, dedi, iki elim yakanda kalır. Onun için ben şimdi ne gazete okurum, ne radyo dinlerim, ne particilik yaparım, ne politikadan konuşurum. Adımız Diplomat Necip'e çımış amma, sen bakma.. Nerde bir politika lafı açsalar, hemen kaçarım ordan. Ne diye ağrısız başımı derde sokayım? Haklı mıyım amma?

Bir süre sustu. Havayı kokladı. İlk görüyormuş gibi ağaçları gözden geçirdi. Gazeteyi eline aldı, eski bir cekete fiyat biçermiş gibi uzağında tutarak baktı, sayfalarını çevirdi, bıraktı.
" Yok, yok.." diye devam etti. " Bu memlekete Talat, Enver, Cemal paşalar gibi idareci gerek. Büyük! O çapta adamlar gelmedi bir daha bu memlekete. Beybam derdi ki, eper İttihat ve Terakki Fırkası kalsaydı, bu memleket Alamanya'dan daha kuvvetli olurdu."
Şakir Usta, uykulu gözlerle dinliyordu. Devam etti Diplomat Necip:
" Beybamın İstiklal Mahkemesine niçin verildiğini biliyorsun, değil mi? Adamı tutup, haksız yere, İstiklal Mahkemesine veriyorlar. Sebeb de, güya, cephedeki askere halktan toplanan çorapları, fanilaları, kazakları, başlıkları yemiş, zimmetine geçirmiş. Kendisi, yardım komitesinin başında çalışıyordu ya... Halbuki, vallahi yalan! Rahmetli yemin ederdi ki, böyle bir şey olmadı, İttihatçı olduğum için beni ezmek istediler, derdi. Beybam akıllı adamdı, Şakir Usta. Taa o zamandan, bugünleri görürdü. Bizim ayakta kalmamız, derdi, Alamanya'nın yanında olmamıza bağlı. Alamanya şimdi yenildi mi sanıyorsun? alamanya yenilmez, Şakir Usta! Gün gelecek, alamanya dünyaya hakim olacak. Bak, göreceksin sen! Diplomat bunu böyle demişti diyeceksin bir gün. Amma, neme gerek... Ben politikayla uğraşmam. Beybamın vasiyeti var. Sözgelimi, ben şimdi politikayla uğraşsam, laf aramızda, bütün partileri lağvederim. açarım İttihatçıların tarihini, bakarım ki ne demişler, ne yapmak istemişler adamlar, bir güzelcene incelerim ve de o gibi bir parti kurarım. Cemal, Enver, Talat gibi birkaç adam bulur, getiririm partinin başına."

Kadın, mutfakta, yazımakinesinin tıkırtısını dinliyordu. " İyi " diye geçirdi içinden, " hikaye ilerliyor galiba." Fakat tıkırtı kesilince merak etti, çıktı mutfaktan,
"İçecek bir şey istiyor musun?" dedi.
"Hayır!" dedi yazar.
"Elma filan getireyem mi?"
"İstemem. Okudun mu şurayı?"
Gazeteyi birlikte okudular ( Muhabir soruyordu cumhurbaşkanına:)
- Anayasamız sosyalizme açık mı, kapalı mı?
- Kapalı!
- Peki ama, Mecliste, sosyalist ilkeleri savunan bir parti var?
- Adamlar bir kere girmişler Meclise; ne yapalım, atalım mı yani?
-Anayasa sosyalizme kapalı olduğuna ve Mecliste de bir sosyalist parti bulunduğuna göre, rejim Anayasa dışına düşmüyor mu?
- Şimdilik, şimdilik karıştırma bu meseleyi!
- Şimdilik?
- Şimdilik..Yo,yo.. yazma bunları; sil bakiim, sil!
- Demokratik sosyalizm için ne diyorsunuz?
- Benim bildiğim, üç çeşit rejim var: Demokrasi, Sosyalizm, Komünizm. Demokratik sosyalizm, işi yumuşatmak için uydurulmuş. Yok öyle şey, aklım ermez!
O sırada radyoda, "Zetinyağlı yiyemem aman - basma da fiston giyemem aman" diye bir türkü vardı. Kadın,
" Ne güzel türkü!" dedi. "Başka ne var gazetede?"
" Türkiye'de halkın hayvansal proteine ihtiyacı varmış. Doğan 100 çocuktan 10 tanesi beyinsiz doğuyormuş.."
" Yani gerizekalı mı?"
" Yok canım.. Bayağı beyinsiz işte..Kafatasının içinde beyin denilen nesne yokmuş. Okusana şurayı!"
Kadın, ısırdığı elmayı çğneyerek göz gezdirdi gazeteye:
" Beyinsiz doğuyor ne demek, kuzum? Öküz desin ya şuna!"
" Öküz olur mu? Öküzün beyni var."
" Hadi, hadi...Ben gideyim de, sen devam et yazına... Kafanı karıştırmayayım... Politikasız hikaye yazıyorsun."
Elmasını ısırarak çıktı.
Yazar, gazetenin kıyısına birtakım hesaplar yapmaya koyuldu: " 300 kira, 40 su, 400 bakkal, 200 manav, 50 elektrik, 75 gazete, 30 kitap, 20 dergi vb., 100 taksit, 30 ödenti, 50 posta..." Yıldız, çiçek, arı, otomobil, kayık resimleri çizdi. İmza attı. Anlamsız şeyler yazdı. " Çüüüüüşş" yazdı beş tane. " Beyinsiz" yazdı sekiz tane " Öküz" yazdı on tane " İnek " yazdı yedi tane " Ayıp yazdı " üç tane. "Biz adam olsak.." yazdı beş tane. "Öküz konuşursa.." yazdı dokuz tane. "Sosyalizm" yazdı on beş tane. "Anayasa" yazdı yirmi tane. Kocaman bir öküz başı çizdi. Öküz başının üzerine çapraz iki çizgi çekti. "Deve tellal iken, eşek berber iken" yazdı üç tane. sonra hepsini karaladı. Bir süre dışarısını seyretti. Kuşlar sürü sürü geçiyorlardı. Kızıltı bir sarılık çökmüştü çevreye. Çamaşır mandalları garip garip sallanıyorlardı sicimde. "En iyisi, hayvan masalları yazmak." diye düşündü. "Öküzü konuşturmalı... İneği konuşturmalı.. Beygiri konuşturmalı.. Tilkiyi konuşturmalı.. La Fontaine ne güzel yapmış bunu! Fakat, uzay çağında, elbette ki değişik konuşur hayvanlar. Maymunun aya gittiği bir zamanda öküz nasıl konuşmalı?"
Oturdu yazımakinesinin başına; kaldığı yerden devam etti " politikasız hikayesine..

Şakir Usta, uzun uzun esnedikten sonra, " Zaman değişmiş kardaşım" dedi. " O Senin dediklerin elli yıl gerilerde kaldı. Baksana, Amerika'yı tutana vatan hayını diyorlar, gohom diyorlar. Ben politikadan filan anlamam amma, şu Amerikalıları hiç mi hiç gözüm tutmuyor. Kovmalı bu canavarları memleketten. Ben olsam.."
Diplomat Necip, şap diye vurdu dizine Şakir Ustanın: " İyi ya işte! Verirsin arkanı alamana, bak gör ne oluyor o zaman!.. Öte git diyen çıkar mı sana?"
"Hangi Alamandan bahsediyorsun sen, bre Necip Efendi? Alaman kendi kıçını kurtarabildimi ki.. Alaman diye bir şey var mı bugün ortada? baksana, ikiye bölünmüş. Alaman, Alaman deyip durduğun hangisi bunların? Hangisinden yana olacaksın?"
"Canım Şakir Usta, hepsi laf onların! ikiye değil ya, onikiye bölünse, gene de Alaman Alamandır.. birine dayarsın arkanı...Hani, derler ya, arkanı ya bir beğe, ya bir dağa. başka bir kurtuluş yolu yok!"
Şakir Usta, yanı başındaki testiden bir tas su doldurup içti.
"Bana kalırsa" dedi. "bunlar hep boş laf." İlle de arkayı dayamak mı lazım? Yani arkayı vermeden kurtuluş yok mu? Arkayı verdikten sonra, geriye ne kalır?.."
Diplomat Necip,
"Ah" dedi, "Beybamın vasiyeti olmasa ...Ben şu plitikayla bir uğraşsam...Amma, beybam akıllı adamdı. O günden bugünü görürdü. Politakayla uğraşma oğlum, derdi; iki elim yakanda, derdi. Onun için, ben şimdi ne gazete okurum, ne radyo dinlerim, ne de particilik yaparım. Politikadan konuşan oldu mu, hemen uzaklaşarım ordan. Ne gereği var, bre Şakir Usta! Çivisi kopmuş bu dünyanın, çivisi!.. Biz mi düzelteceğiz sanki? Bir tekme de sen vur gitsin, allasen. Fakat, söz aramızda, memleket kötüye gidiyor."
Şakir Usta, uzun uzun esnedi.
"Ne gibi yani?"
"Gibisi yok.. Kötüye gidiyor.. Benim o kadar derinine aklım ermez amma.. Şimdi rahmetlik peder sağ olsaydı. hepsini bir bir izah ederdi sana. Akıllı adamdı rahmetlik; Daha o zamandan bugünleri görürdü. Dedikleri bir bir çıkıyor. Alamana sırt çevirdik, bütün işler bozuldu; memleket kötüye gitmeye başladı. İktidara oturmak kolaymı öyle! Beybamın bir lafı vardı. derdi ki rahmetlik; iktidarda kalacak adam, sabah akşam iktidar macunu yemeli. Söztemsili, ben şimdi politikayla uğraşacak olsam, beybamın dediğini aynen tatbik ederim."
Şakir Usta, uzun uzun esnedi, çıkmasın diye, çenesini avcuyla bastırdı.
"Neymiş o, iktidar macunu?"
Diplomat Necip, tespihini bileğine geçirdi, bir süre karıştırdı iç ceplerini; sararmış, kirlenmiş bir defterin yaprakları arasında bir şeyler arandı; sonra,
"bulamadım" dedi. " Herifin birine 10 bin lira verdikti. Faize yani.. On ay geçti. Onun senedi vardı yanımda, ona baktım. Demek ki, öteki senetlerin yanına koymuşum. Bu millete acımayacaksın Şakir Usta! Hırsızlık yapanın elini, yalan söyleyenin dilini keseceksin. Başka türlü yola gelmez bu halk! Alaman disiplini olmadıkça, ahlaksızlıktan kurtulmaz bu millet. Beybam akıllı adamdı. Kimseye güvenme oğlum, derdi. Politikayla uğraşma, derdi. Onun için ben şimdi ne radyo dinlerim. ne gazete okurum. ne de partilere girer çıkarım. Hepsinin canı cehenneme!.. Politikadan bahseden oldu mu, hemen uzaklaşırım ordan. Ne gereği var? Herkes işiyle gücüyle uğraşsa daha iyi değil mi? Söztemsili, ne lüzumu vardı iki meclisin? Tek parti, tek meclis, tek Allah...Ben bunu bilirim. Getireceksin memleketin başına Talat, Enver, Cemal paşalar gibi adamları; vereceksin arkanı Alamana; sen gör o zaman ne oluyor! Politika da artık oyuncak oldu. Sosyalistlik çıktı bir de... Baldırı çıplaklar mebus olacak, meclise girecekmiş. Şunu akıl alır mı? Baldırı çıplak kim, politika kim! Politiak dediğin
varlıkı adam işi. Sen gel, şu şantiyedeki işçiyi mebus yap, meclise yolla... Böyle idare olur mu bre Şakir Usta? Bütün bunlar, ihtirastan ileri geliyor! Şu fani dünyada baş olsan ne olacak, kıç olsan ne olacak? Benim yaşım otuz... Seninkisi altmış... Aramızda şu kadar fark var. Velakin, değişen ne? Talat, Enver ve Cemal paşalardan sonra adam geldi mi bu memlekete? Alamana sırt çevirirsen, akıbetin bu olur işte..! Behey sersem... Fakat şu teresi mutlaka vermeliyim mahkemeye."
Şakir Usta, uzun uzun esnedi. Çenesini bastırıp, elini başına koydu:
" İktidar macunu diyordun.. Nasıl şeydir o?"
Diplomat Necip,
"Haa, o çok mühim!" dedi. "Beybam derdi ki iktidarda kalacak olan adam, mutlaka iktidar macunu yemeli,iktidar macununu bildikten sonra, bir adamın veya bir partinin iktidardan düşmesine asla imkan yoktur! Fakat evvela, arkanı birisine dayaman lazım. söztemsili, arkanı Alamana verdin diyelim. Bir kere, bol bol para alacaksın oradan. Para şart! Bu parayı, güvenilir adamların vasıtasıyla, usturuplu şekilde dağıtacaksın. sonra, bol paralı adamlarını memleketin dört bir yanına salacaksın. Fakirin evinde yatıp, zengine sövecekler; zenginin evinde yatıp, fakire sövecekler. Allah'ın adını ağzından düşürmeyeceksin. İstersen, cünübet cünübet cuma namazına git, fakat cemaatin arasındayken Allaaaah dedin miydi, karşı dağlar Allaaaah diye ses verecek. Sen namazdayken, biri ayakkabını çalacak, saklayacak. Namazdan çıkar çıkmaz, cemaatin içinde ayakkabını arayacaksın ve hemen gazetelere ilan ve de haber yazdıracaksın; filanca mebus, cuma namazındayken ayakkabısını çaldılar, diyerekten. He zaman, her yerde, o mülkiyet düşmanları, o Allahsızlar, o kitapsızlar, dinsizler imansızlar diye nutuk çekeceksin. Zenginler fakirlerden korkarlar fakirler de Zenginlerden. Bunu da göz önünde tutacaksın; Askere mutlaka şirin görüneceksin. Fakir halka çok çok din mektebi açacaksın. Piyasayı durmadan indirip çıkaracaksın. Sıkıştıkça, gizli teşkilat, yeraltı faaliyeti, şebeke, cemiyet, şüpheli şahıslar diyerekten büyük çapta tevkiflere gideceksin. Halkın anlamadığı kelimlerle nutuk atacak ve beyanat vereceksin. Konuşmalarında irir iri rakamlar sıralayacaksın. Sabah akşam temel atar görüneceksin. Temellerde mutlaka kurban keseceksin. Belirsiz kimselere nalet okuyacaksın. Halkın çoğunluğu, yeni şeylerden hazzetmez; onun için, alışkın olduğu şeyleri tutacaksın.."
Bir süre sustu. Gözlerini yumup yumup açtı, kafasındakileri sıraya sokmaya çalıştı, sonra
"Birkaç laf daha vardı, lakin unuttum" diye devam etti. " rahmetli sağ olsaydı, hepsini sıralayıverirdi. Bir başladı mıydı. yarım saat sayardı rahmetlik. Bizde o kafa nerde!.. İşte, derdi rahmetlik, bunların hepsine birden İktidar Macunu derler. Bu macunu yapmasını bilen, iktidardan töbe inmez ve indirilemez, Beybanın vasiyeti olmasa, ben şimdi politikayla uğraşsam, bunun aynını tatbik ederim ve de hiç kimse indiremez beni iktidardan."
Şakir Usta, tatlı tatlı horlamaya başlamıştı bile. bir saksağan, ineğin tepesindeki dala kondu, yaramaz yaramaz öttü. Şakir Usta gözünü açtı,
"Kusura kalma Necip Efendi" dedi, "yorulmuşum. Ne oldu macun? Yaptın bitti mi?"
Diplomat Necip,
"Daha eksikleri var" dedi. "Formilini evde unutmuşum. Çok bir güzel laflar vardı içinde, canım Beybanım vasiyeti olmasa..."

Yazar, kollarını yana açarak gerindi.
"Bitti! diye seslendi karısına. " Şimdi bana bir kadeh bir şey verebilirsin hayatım. Saksağan hınzırı uyandırdı Şakir Ustayı."

ZOR GÜNLER
Benden önce söylenmiş sözleri haklılığına kızdığım oldu zamanında Ama inandığımda Ömrümde her şarkı; başka bi kapı açtı. Bu şarkının ardında sen, Bu kapının ardındaysa; Benden önce söylenmiş sözler vardı.
Seçtiğimiz hayatlar mı bunlar? Seçtiklerimiz mi? Bunca yokluk, Bunca kırıklık, Bunca acı. Seçtiklerimiz evet. Hayat bu sevgilim!"Çoktan seçmeli." Senin aşkın sa; bir dönem ödevi.
Bir şarkı tuttum sevgilim, Bi kapı açtım ikimize, İkimiz çokmuşuz meğer bu resme. kapatmadan bu kapıyı yinede Bu yaralar bereler SANA dır. Bileler. .
Çok canım yanıyordu, Gördüklerimden Ve göreceklerimden. Benim kanayan dizlerim yoktu hayatta bi tek, Benimde kanattıklarım vardı elbet. Ezdiğim kumlar Ve geçtiğim yollar Hala gölgemi taşıyorlar. Hani demiştim ya en başında; Ne ayrılıklar, Ne aşklar, Ne başlangıçlar diye Yani Demem o ki; Çok zor günler geçirdim vaktiyle.
Çok zor günler geçirdim vaktiyle; Kalbimde firari endişeler Nihayetinde; aşık olmak çok zormuş yar sana!
Bu şarkı sadece benimdi sevgilim Ve ben büyük bahçeler istemiştim ikimize. Yazmışsın ya; "Onu sevebileceğimi düşünmüştüm" diye, İşte o günden beri Belkide bu yüzden sadece, Bu yaralar bereler SANA ydı. BİLELER! Göreler Aşkımı. Şahidim Gökkubbe...

3 Kasım 2008 Pazartesi

SAHİLDEKİ EV


Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez.... Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başrdılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, bankahesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki...Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmançocuk sahibi olmayınca, "bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... "Senin için ölürüm" derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adma "Hayır, ben senin için ölürüm" diye yanıt verirdi hep...Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, "Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak...." Kütüphanenin ikinci rafında başka birnot olurdu, "Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma" Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten....Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık" levhası asılı olan. "Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama. "Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı..." "Sen istersin de ben hiç hayır diyebilirmiyim?" diye yanıt verdi adam. "Amerika'daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun, burasıbizimdir artık...."Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika'ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: "Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut..."Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği... Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, "Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım" diye sözünü kesti arkadaşı. "O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya...." "Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkaretmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadın, "defol" dedi nefretle...İlk celsede boşandılar... Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika'ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. "Lütfen, içeri girmemeizin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor." dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: "Hiçbir şey göründüğü gibideğil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika'daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika'ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağınınkarşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi..." Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku "bir tanem" diyordu... Sırayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiçvazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim." "Fakat benim için ölmeni istemedim" "Şimdi bana söz vermeni istiyorum.""Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?" son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:"Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım...."

2 Kasım 2008 Pazar

HÜSEYİN FERHAD


AH BARBAR KALBİM,1

Yoksa fidye mi istediğin? Açık konuş, kelimeler kırılmasın ağzında. Bedeli ne bana reva gördüğün rehin hayatın?

Amik Ovası hisseli arazimdir, al. Sen mihnetin ikiyle çarpımısın artık gözümde. Bunalır, kapını çalarsam kov.

Çukurova yekpare mülkümdür, onu da al. Sen ihanetin molekül değerindesin artık indimde. Katır inadımı bilirisn. Tellala minnet etmem muhabbet için.

Soyadımı geri ver. Geri ver künyemi, kızıl yıldızlı beremi, egzotik sessizliğini karlı gecelerimin. Ukala çocuk!

Ukala ve şişman çocuk! Senden ne Bo Derek olur, ne Kim Basinger. Tanrı onları Pazar günü, seni Pazartesi yaratmış herhalde.

İşte profilin. Gerdan, sanki soyulmuş Maret Sucuk. Memeler dersen, ı-ıh. Ahı gitmiş vahı kalmış gariblerin.

Akıl mı? O, zaten terelli. Hep söylerdin. 'diline nereden dadandı şu argo illeti'
diye. Öğrendin mi şimdi hoptirinom çocuk!

Sil gözlerini. Aç ağzını, söv. Rus ruletine davet et beni, kalbimi kışkırt. İtibarımı geri ver. Geri ve hüviyetni asi gençliğimin.

AH BARBAR KALBİM 2

Tibetli büyücünün sesi
hala kulaklarımda-

"Düşsel ve sahici dünyada
efendi O, "Demişti hazret

"Dişi silahşörün öfkesi
ya kanında olur
ya karnında," demişti hazret

"Onunki tam tersi
kalbiyle aklının arasında."

Tibetli büyücünün sesi
hala kulaklarımda-

"İhanetinden uzak dur
gazabından da," demişti hazret

"Kam'lar lama'lar katında
bir garabetsin," demişti hazret

"İt kadar haysiyet
O'nsuz şahsiyet
bekleme şol devranda."

Yaşlı kahinin sözleri
düz ve mecaz anlamda
sihirli bir küpe gibi uğuldar
hala kulaklarımda.