28 Aralık 2008 Pazar

Corporation Şirket Zamanın Ruhu Yazan Serdar Akbıyık


Doğumun Ölümü “Şirket" filmi kendini yenileyen bir dünyayı öldüren sistemi açık ediyor. Bu sistemi doğa kurmadı, biz insanlar kurduk. Ve ona Şirket adını verdik. Zamanın Ruhu köşesinin amacıyla ilgili bir açıklama yapmak gerektiğini düşünüyorum. Bu köşe asla herhangi bir ideolojinin veya zümrenin köşesi olmayacak. Bu köşenin amacı dünyayı daha yaşanılır kılmanın peşinden giden yapımlara yer açmak, Türk izleyicisinin bu tür yapımlarla buluşmasını sağlamaktır. Dünyayı yaşanılır kılmak başlı başına bir devrimdir. Bizim filmlerimizi anlatırken bahsettiğimiz devrim işte budur. Bu devrim ancak her tür inançtan ve ideolojiden insanların bir araya gelmesiyle başarılabilecek bir devrimdir. Odağında sadece insan ve onun yaşadığı dünya vardır. Nasıl ki kendi şeytanlarımızı bizler üretiyorsak onları da yok etmenin çaresi biz insanların inancından, çabasından geçer. Bu anlamda dönemimizin bütün karanlıklarının altından para, onu her ne pahasına olursa olsun kazanmaya çalışan şirketler çıkmaktadır. Dünya döndükçe gücün sahibi odaklar değişmiş ama amaçları asla değişmemiştir. İlk başlarda dini kurumlar, daha sonra imparatorlar, bunlardan sonra ise Birleşmiş Milletler veya NATO gibi kurumlar odaklara hakim olmuş, günümüzde ise IMF, Dünya Bankası gibi mali kurumların arkasındaki uluslararası şirketler dünyayı yönetmektedir. Bu gerçeği olduğu gibi odağına alan filmleri sizlerle buluşturmaktayız. Bu görevimizde bize yardımcı olan ve diğer internet sitelerine bu köşeyi taşıyan arkadaşlarımıza da teşekkürü borç biliriz. Bu ayki filmimizin adı Corporation (Şirket). Şimdiye kadar yayınladığımız, Zeitgeist The Movie, Zeitgeist Addendum, Büyük Satış gibi filmlerden önce çekilmiş ve bütün bu üretimlere kaynak olmuş bir belgesel Şirket. 2003 yapımı olan film 2004 yılında da !f Bağımsız Filmler Festivali'nde de gösterildi. Bu 165 dakikalık uzun filmin yaratıcıları ise Jennifer Abbott, Mark Achbar ve Joel Bakan. Film hukuki anlamda bir kişilik olan şirketler için Dünya Sağlık Örgütü, psikologlar ve psikiyatristlerin kullandığı bir seri standart değerlendirmeyle belirlemelerde bulunuyor. Bütün değerlendirmelerden çıkan sonuç şu: Şirketler insan olsaydılar "psikopat" olarak tanımlanırlardı. Belgeselde bir çok tanınmış isim yer alıyor. Dünyanın en büyük şirketlerinin (Goodyear, IBM, Shell, Pfizer) yöneticileriyle ve önemli düşünür ve gazeteciler (Noam Chomsky, Peter Drucker, Milton Friedman, Naomi Klein, Mark Kingwell, Vandana Shiva ve Michael Moore) yapılan röpörtajlar yanı sıra eylemciler, şirket casusları gibi birçok isim kendi bakış açılarıyla şirketlerin psikopat yönünü ortaya çıkarıyorlar. Burada bence en etkileyici olan büyük şirketlerin CEO'larının yaptığı açıklamalar. Kimi yapılanlardan pişmanlık duyuyor ve sistemin düzeltilmesi için aktif rol alıyor. Kimiyse SHELL'in CEO'su gibi alttan alta duyduğu pişmanlıkla kendince açıklamalarda buluyor. Filmi baştan sona seyrettiğinizde içinizi bir karamsarlık ve suçluluk kaplıyor. Filmin sonunda Michael Moore'un sözleri bu durumu aslında çok iyi açıklıyor: "Yani bunun çok ironik olduğunu düşünmüşümdür. Yani tüm bunları yapabiliyorum ve yine neredeyim? Görsel medyadayım. Büyük şirketlerin sahipleri olduğu stüdyolar tarafından yayınlanıyorum. Şimdi ben, temsil ettikleri her şeye karşıyken beni neden yayınlıyorlar? Ve ben onların parasıyla onların inandıklarına karşı çıkıyorum. Tamam mı? Evet çünkü onlar hiç bir şeye inanmazlar. Beni yayınlarlar çünkü bilirler ki benim filmimi veya TV gösterimi izlemek isteyen milyonlarca insan var ve böylece para kazanacaklar. Ve ben de düşüncelerimi ortaya koyabiliyorum çünkü kamyonumu kapitalizmdeki bu inanılmaz kusur tarafından oluşturulmuş yol üstünde sürüyorum, bu yolun adı açgözlülük. Anlatıldığı gibi zengin adam sana ipi satar, onu asacağın ipi, eğer bundan para kazanacağını düşünürse. Evet işte ben o ipim. Umarım... İpin bir kısmı... Ve yine inanırlar ki insanlar beni izlediğinde veya belki bu filmi veya her neyse izlediğinde sanırlar ki bir şey yapmazlar. Çünkü onların beynini uyuşturup onları aptallaştırmada öyle başarılı olmuşuzdur ki, hiç etkilenmeyeceklerdir... İnsanlar divanlarından kalkmayacaklar ve gidip politik bir şey yapmayacaklardır. Buna inanıyorlar. Ben aksine inanıyorum. İnanıyorum ki bir kaç insan bu sinemadan çıkacak veya divanından kalkacak gidip bir şeyler yapacak. Bu dünyayı tekrar elimize geçirmek için herhangi bir şey." Moore'un bu sözleri filmin bir başka bölümünde daha tekrarlanıyor aslında. Kolombiya'daki su savaşlarını daha önce başka filmlerde de size anlatmıştık. Bu filmde de yer alıyor bu savaşlar. Yağan yağmuru bile özelleştiren bir mantığı halkın isyanıyla yıkılması ve suyun Kolombiyalılar’a devri çok etkileyici tabii. Şirket filminde de Kolombiyalı aktivistlerin lideri şunu söylüyor: "Savaşımın zirvesinde, ordu barakalarında kaldı; polis de karakollarında kaldı; Kongre üyeleri görünmez oldu; Vali saklandı ve sonra, istifa etti. Hiçbir otorite kalmamıştı. Tek meşru otorite şehir merkezinde toplanarak büyük topluluklarla kararlar veren halktı. Ve, sonunda su konusunda kararlar verdiler. Sanırım insanlar, hepimiz, genç ve yaşlı, demokrasi susuzluğumuzu gidermeyi başardık. Bir devlet şirketi devraldık teknik problemleriyle ve parasal ve hukuksal problemleriyle, yönetim problemleriyle. Hepsinin üstesinden geliyoruz. Eğer sıradan çalışan insanların kendi sorunlarını çözebildiğini kanıtlayabilirsek, özelleştirilen her şeyi tüm satılanları, yani şirketlerin elindeki her şeyi halkın eline geri alma olanağıyla karşılaşabiliriz. Böylece, çok önemli bir dersi o zaman öğrendim, halkın gücü hiçbir zaman hafife alınmamalıdır. Gösterilerde her zaman tekrar ettiğim sloganın: ‘Halk Birleştiğinde, Asla Yenilmez’ in ne kadar doğru olduğunu bir kere daha anladım." Özelleştirme, bu şirketlerin ilk amacı. Çünkü bu sayede yaşamın içine sızıyorlar, içtiğiniz sudan soluduğunuz havaya kadar sahip oluyorlar. Kısacası sizleri, bizleri köleleştiriyorlar. Buna karşı durmak bir ideolojinin değil insanlığın sorumluluğudur. Bu yazıları okuyanlar internete girip bu filmleri bulup seyretsinler. Kendinize bunu borçlusunuz. Üstelik çoğunun da Türkçe alt yazısı bulunmakta. Son Söz: Para ve kar amacıyla insanoğlu kendini yok etmekte. Kendini yok etmesi yetmezmiş gibi bütün doğayı da mahvetmekte. Bizim anladığımız dünyanın sonu aslında sadece insanlığın sonu olabilir. Biz yok olunca dünya ve doğa yoluna devam edebilir. Bu güzel gezegende kendimizi yok olmaya mahkum etmemiz çok acı. Üstelik bir insanın değil bütün insanlığın ortak işlediği bir suç bu. Bu filmde anlatılan şirketleri yaratan ne? Biz insanlar değil miyiz? Acaba bu filmle de kendi suçumuzu yarattığımız sanal imgenin üstüne atıp rahatlamıyor muyuz? Bizim canavarımız ne şirketler ne başka bir şey. Bizim canavarımız kendimiz iz. Ve en zor savaş da insanın kendisine karşı verdiği savaştır. Aç gözlülüğümüzü, gaddarlığımızı yenmek zorundayız. Buna da her şeyin suçlusunun kendimiz olduğunu kabullenerek başlayabiliriz. Şirket filmi bu başlangıç için iyi bir fırsat sunuyor bize. İyi seyirler...

8 Aralık 2008 Pazartesi

J Krishnamurti ve Bazı yazıları





ALINTILAR

02.11.1961

Hava kapanmıştı, bütün tepelerin üzeri her yönde kümelenen bulutlarla kaplıydı. Yağmur çiseliyordu, en küçük bir gökyüzü parçası görmek bile olanaksızdı; güneş batmıştı, ağaçlar uzakta dimdik yükseliyordu. Kararan gökyüzüne doğru uzanan yaşlı bir palmiye ağacı, bütün ışığı tutuyordu. Irmak kenarı sessiz, kızıl kumları nemliydi, ama kuşlar ötmüyordu, hepsi susmuş, sık yapraklar arasında gizlenmişlerdi. Kuzeydoğudan hafif bir rüzgâr esiyordu, rüzgâr, daha çok yağmur bulutu ve çisenti getirdi, yağmur tam anlamıyla yağmıyordu; ama biraz sonra boşalacaktı. Öndeki yol hoştu, kırmızı, kaba ve kumluydu, karanlık tepeler bu yolun yanından göğe yükseliyordu. Arada sırada bir iki arabanın ve öküz arabalarıyla bir köyden ötekine giden köylülerin geçtiği hoş bir yoldu bu. Köylüler giydikleri paçavraların içinde oldukça pislerdi, iskeletleri sayılıyordu, mideleri içeri çökmüştü, ama hepsi de dimdik ve dayanıklıydı; yüzyıllardır böyle yaşıyorlardı, hiçbir hükümet onları bir gecede değiştiremezdi elbette. Gözleri ne denli bitkin olsa da, bu insanların yüzünde gülümseme eksik olmuyordu. Zorlu bir iş gününden sonra dans edebilirlerdi, içleri kaynıyordu, bu yıl ise, kendilerine daha çok yiyecek, çelimsiz hayvanlarına yem sağlayacak şanslı bir yıl olabilirdi. Yol uzayıp gidiyor, vadinin ağzında birkaç otobüsün ve arabanın geçtiği büyük bir yolla birleşiyordu. Bu yolun üstünde, uzaklarda bir yerde pislik, sanayi, zengin evleri, tapınaklar ve körelmiş zihinlerle dolu şehirler vardı. Ama burada, bu uzayıp giden yolda, yalnızlık, yaşlı ve kayıtsız tepeler vardı.

Bu yolda yürürken beyin bütünüyle boştu; zihin, bütün deneyimlerden, binlerce dün yaşanmışsa da, düne ilişkin bilgilerden özgürdü. Düşüncenin ürünü olan zaman durmuştu; sözün tam anlamıyla, önce ve sonra hiçbir hareket yoktu; hiçbir ileri gidiş, varış ya da öylece duruş söz konusu değildi. Uzaklık bağlamında uzay yoktu; tepeler ve çalılar vardı, ama yüksek ya da alçak değillerdi. Hiçbir şeyle ilişki yoktu, ama köprünün ve üzerinden geçen yolcunun farkına varılıyordu. Düşünce ve duygularıyla beynin yer edindiği zihin bütünüyle boştu; boş olduğu için enerjisi, ölçüye sığmaz bir biçimde derinleşen ve genişleyen bir enerjisi vardı. Bütün karşılaştırmalar, ölçümler düşünceye, dolayısıyla zamana özgüdür. Başkalık zaman kavramı olmayan zihindi; saflığın ve büyüklüğün soluğuydu. Sözcükler gerçeklik değildir; yalnızca iletişim aracıdır, saf ve ölçülemez olan değildir. Yalnızca yokluk vardı.


31.10.1961

Güzel bir akşamdı; hava açıktı, tepeler mavi, menekşe ve koyu mordu; pirinç tarlaları suya doymuş, açıktan metaliğe, koyu parlak yeşile kadar yemyeşil bir renge bürünmüştü; bazı ağaçlar geceye hazır, koyu ve sessizdi, bazısı ise henüz açık renkliydi, gün ışığını tutmayı sürdürüyordu. Bulutlar, batıdaki tepelerin üzerinde koyu renkliydi, kuzeyde ve doğuda ise, koyu mor renkli tepelerin ardında batmakta olan akşam güneşinin yansımasını taşıyordu. Yolda kimseler yoktu, arada bir geçenler de sessiz sedasızdı, gökyüzü artık görünmüyor, bulutlar bütün geceyi doldurmaya hazırlanıyordu. Yine de kayalar, kurumuş ırmak yatağı, karanlığa gömülen çalılar, her şey uyanık görünüyordu. Meditasyon, sessiz ve ıssız yoldan, tıpkı ılık yağmurun tepelerin üstünden geldiği gibi, yaklaşan gece gibi kolayca ve doğalca geldi. Hiçbir çaba yoktu, hiçbir yoğunlaşma ya da dağılma, hiçbir denetim yoktu; düzen, uğraş, yadsıma, kabullenme, meditasyon yapan zihnin sürekliliği de yoktu. Beyin çevresinin farkındaydı, ama tepki vermiyordu, sessizdi, etkilenmemişti, ama tepki vermeden farkındaydı. Son derece sessizdi, sözcükler düşünceyle birlikte yitip gitmişti. Yalnızca o garip enerji her şeyi kaplıyordu--ister enerji, ister başka bir şey deyin, hiçbir önemi yok--derin bir etkisi vardı, nesnesi ya da amacı yoktu; bu yaradılıştı, tuvalsiz, mermersiz; ve yıkıcıydı, insan beynine, ifadeye, yok oluşa özgü değildi. Yanına yaklaşılması, ulamlanması, çözümlenmesi olanaksızdı, düşünce ve duygu onu anlamak için araç olamazdı. Hiçbir şeyle kesinlikle ilişkili değildi, bütün genişliği ve büyüklüğü içinde bütünüyle yalnızdı. Yavaş yavaş karanlık çöken yolda yürürken, 'olanaksız'dan kaynaklanan bir kendinden geçme hali söz konusuydu--başarıdan, isteğe ulaşmadan, bütün o olgunluktan uzak istekler ve yanıtlardan kaynaklanan bir kendinden geçiş değil, 'olanaksız'ın yalnızlığı. Olanaklı mekaniktir, olanaksız zihinde canlandırılabilir, denenebilir ve belki başarılabilir, bu durumda mekanik olmaya zorunludur, Oysa bu kendinden geçme halinin hiçbir kaynağı, hiçbir nedeni yoktu. Yalnızca oradaydı, bir deneyim olarak değil, bir olgu olarak; kabul edilmek ya da yadsınmak, üzerinde tartışmak ve parçalara ayrılmak için değil. Peşinden koşulacak bir şey de değildi, çünkü ona ulaşmak için hiçbir yol yoktur. Her şey var olmak için ölüp ona dönüşmelidir, ölüm, yokoluş; bu sevgidir.

Kirli, yırtık giysiler içindeki yoksul, yorgun işçi, yanında iskelete dönmüş öküzüyle evine dönüyordu



28.10.1961

Koyu yeşil renkli yaprakların arasında kırmızı bir çiçek var, verandadan yalnızca bu çiçeği görebilirsiniz. Tepeler, ırmak yataklarınızın kırmızı kumları, büyük ve yüksek banyan ağacı, pek çok demirhindi ağacı da var, ama yalnızca o neşeli, kıpkırmızı çiçeği görebilirsiniz. Başka hiçbir renk yoktur; şurada burada mavi gökyüzü parçaları, alev saçan ışık bulutları, menekşe renkli tepeler, pirinç tarlasının canlı yeşili, bütün bunlar yitip gider, yalnızca o çiçeğin olağanüstü rengi kalır. Bütün göğü ve vadiyi kaplar, bu çiçek solup dökülecek, yok olacak, ama tepeler yerinde durmayı sürdürecek. Ama bu sabah bu çiçek sonsuzluktu, bütün zamanın ve düşüncenin ötesindeydi; içinde bütün sevgiyi ve sevinci taşıyordu; bu çiçekte duygusal ve romantik saçmalıklar yoktu, hiçbir başka şeyin simgesi değildi. Yalnızca kendisiydi, akşama ölecekti, ama bütün yaşamı barındırıyordu. Uslamladığınız bir şey olmadığı gibi, usdışı, romantik bir düş de değildi; bütün tepeler ve birbirini çağıran sesler kadar gerçekti. Bütün yaşam meditasyonu bu çiçekteydi; yanılsama ancak olgunun etkisi sona erdiğinde var olabilir. Etkilenme, alışkanlık ve sonsuz güven arayışıyla körelmiş ve duyarsızlaşmış bir zihin üzerinde, güzelliği hiçbir yoğun etki yaratmayan böylesine ışık yüklü bir bulut, gerçekliktir. Ünde, ilişkide, bilgide güven arayışı duyarlılığı yok eder, yozlaşma başlar. Şu çiçek, şu tepeler ve azgın mavi deniz, tıpkı nükleer bombalar gibi, yaşamın meydan okumalarıdır; ama yalnızca duyarlı bir zihin bunlara bütünüyle tepki verebilir; yalnızca tam bir tepki hiçbir çatışmaya neden olmaz, çatışma, tepki eksik olduğunda vardır.

Sözde azizler ve sanyasiler zihnin körelmesine ve duyarlılığın yok olmasına büyük katkıda bulunmuşlardır. İnanç ve dogmayla güçlendirilen her alışkanlık, tapınım, ritüel, her duyumsal tepki arındırılabilir ve arındırılmaktadır, ama dikkat içeren farkındalık, duyarlılık bütünüyle farklı bir konudur. İçinizin derinliklerine bakabilmek için duyarlılık kesinlikle zorunludur. Bu içe doğru yapılan hareket, dışa karşı bir tepki değildir; iç ve dış iki aynı harekettir--birbirinden ayrı değildir. Bu hareketin iç ve dış olarak bölünmesi duyarsızlık yaratır. İçe yönelme, dışın doğal akışıdır; için hareketi kendine özgüdür, dışta ifade edilir, ama dışın bir karşı hareketi değildir. Bu bütün hareketin farkına varılması duyarlılıktır.

25.10.1961

Uzun uzun yabani otlar--bir tür çimen--çılgınca büyüyerek bahçeyi bürüyor; ateşte kızdırılmış altın rengindeki üzeri tüylü çiçekleri, rüzgar estikçe parlıyor, neredeyse kırılıncaya dek yana yatıyor, ama ancak güçlü bir rüzgarda kırılıyor. Parlak krem renkli otlar bir yığın oluşturmuş, rüzgar estikçe dans ediyorlar; her bir dalın kendine özgü ritmi, güzelliği var; hepsi birarada hareket ettiğinde bir dalgayı andırıyorlar. O zaman, akşam güneşi altında, tanımlanamaz bir renge bürünüyorlar; bu, gün batımının, yeryüzünün, altından tepelerin ve bulutların rengi. Yanıbaşlarındaki çiçekler öylesine belirgin, öylesine doğaldı ki, insanda bakma arzusu uyandırıyordu. Bu otların garip bir inceliği vardı; çok hafif bir buğday kokusu ve eski zamanların kokusunu taşıyorlardı; sağlam ve saftılar, son derece yaşam doluydular. Güneş koyu renkli tepelerin ardında yiterken, ışık yüklü bir akşam bulutu geçip gidiyordu. Yağmur, toprağa güzel bir koku vermişti, havada hoş bir serinlik vardı. Yağmur geliyordu ve topraklar umut içindeydi.

Birdenbire oldu; içten bir karşılamayla, beklenmedik bir anda odadaydı. Kişi yalnızca kısa bir süre için odaya girmişti; pek çok şeyden konuşuyorduk, pek önemli olmayan şeylerden. Bu birini bekleyen başkalıkla odada karşılaşmak son derece şaşırtıcıydı; orada öylesine açık bir çağrıyla bekliyordu ki, özrün bir değeri olamazdı. Birçok kez, Common'da [Wimbledon Common. Mayıs ayında Wimbledon'daki bir evde kaldığı Londra günlerini anımsıyor.], buralardan uzakta, ağaçların altında, çokça kullanılan bir patikada, patikayı hemen döndüğünüz yerde bekliyor olurdu, kişi orada ağaçların yanında şaşkınlık içinde, bütünüyle açık, savunmasız, dili tutulmuş bir halde, hareketsiz kalakalmıştı. Bu bir düş, bir yanılgı değildi; rastlantı eseri yanında bulunan kişi de aynı şeyi duyumsadı. Zaman zaman, sevgi dolu, içten bir karşılamayla orada bekliyordu, bu gerçekten inanılmaz bir şeydi. Her seferinde yeni bir niteliğe, yeni bir güzelliğe, yeni bir ciddiyete bürünüyordu. Bu odada aynı durum, bütünüyle yeni, bütünüyle beklenmedik bir şey vardı. Zihni dinginleştiren ve bedeni hareketsiz bırakan, bu güzellikti; zihni, beyni ve bedeni yoğun bir biçimde dikkatli ve duyarlı bir hale getirmişti; bedeni titretiyordu, ama birkaç dakika içinde bu hoş başkalık, geldiği gibi bir anda yitip gitti. Böyle bir olayı hiçbir düşünce ya da duygu düşleyemezdi. Düşünce sınırlıdır ve duygu son derece zayıf ve aldatıcıdır; her ikisi, çılgınca çaba gösterse de, bu olayları gerçekleştiremez. Bu olaylar düşünce ve duyguya göre, güç ve saflık açısından çok büyük, son derece olağanüstüdür; düşünce ve duygunun kökleri vardır, bunlarınsa yoktur. Ne çağrılabilirler, ne de elde tutulabilirler; düşünce-duygu her türlü zekice ve düşsel hileye başvurabilir, oysa başkalığı uyduramaz ya da kapsayamazlar. Başkalık kendi başınadır ve ona hiçbir şey dokunamaz.




24.10.1961


Ay tepelerin üzerinde yeni yeni yükseliyordu, onu olağanüstü bir biçime bürüyen uzun, yılan gibi bir buluta yakalanmıştı. Öylesine büyüktü ki, tepeler, topraklar, yeşil çayırlar yanında cüce gibi kalmıştı; yükseldiği alan daha açıktı, daha az bulut vardı, ama ay kısa sürede koyu renkli yağmur bulutlarının arasında gözden yitti. Yağmur çiselemeye başlamış, toprak ferahlamıştı. Buralarda pek sık yağmur yağmaz, onun için her damla değerlidir. Banyan, demirhindi ve mango ağaçlarının biraz beklemesi gerekirdi, ama küçük bitkiler ve pirinçler azıcık bir yağmurda bile sevinirdi. Ne yazık ki bu birkaç damla da kesildi ve ay berrak gökyüzünde parlamaya başladı. Kıyıda yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyordu, ama burada, yağmura gerek duyulan yerde, yağmur bulutları geçip gitmişti. Güzel bir akşamdı, çevreye kopkoyu gölgeler vuruyordu. Ay son derece parlak, gölgeler son derece hareketsizdi ve yağmurla yıkanan yapraklar parıl parıl parlıyordu. Konuşup yürürken, sözcüklerin ve gecenin güzelliğinin ardında bir yoğunlaşma yaşanıyordu, Büyük bir derinliğe, içten dışa, dıştan içe coşarak yoğunlaşmaya devam ediyor, patlıyor, yayılıyordu. Farkına varılıyordu, işte orada gerçekleşmekteydi; deneyimlenmiyordu, hayır, deneyimlemek sınırlandırmaktır; yalnızca oluyordu. Hiçbir şeyin katılımı söz konusu değildi; düşünce bunu paylaşamazdı, çünkü düşünce son derece boş ve mekanik bir şeydir, duygunun da hiçbir ilgisi olamazdı; düşünce için de, duygu için de rahatsız edici düzeyde etkin bir durumdu hu. Böylesine bilinmez bir derinlikte gerçekleşiyordu, ölçülemez bir derinlikte. Ama çok büyük bir dinginlik vardı. Oldukça şaşırtıcı, ama kesinlikle sıradan değil.

Koyu renkli yapraklar parlıyordu, ay oldukça yükseğe çıkmıştı; batı kıyısının üzerinde odaya doluyordu. Şafağa daha saatler vardı, çevrede hiç ses yoktu, acı acı havlayan köpekler bile sessizdi. Uyanıldığında, tam oradaydı, açık seçik ve kararlı bir biçimde; orada başkalık vardı, uykuya değil, uyanıklığa gereksinim vardı. Son derece açıktı, ne olduğunun farkına varmak, tam bilinçle ne olduğunun farkına varmak gerekiyordu.

Uyuyorsanız bu elbette bir düş, bilincin bir göstergesi, beynin bir oyunu olabilirdi; ama bütünüyle uyanıkken, bu garip ve bilinemeyen başkalık, elle tutulur bir gerçek, bir olguydu, kesinlikle bir yanılsama, bir düş değildi. Deyim yerindeyse, hafiflik ve anlaşılamaz bir güç niteliğine sahipti. Yine de bu sözcüklerin belirli, kesin ve iletilebilir anlamları var, ama başkalık sözcüklere dökülmek zorunda olduğunda, bütün anlamlarını yitiriyor; sözcükler simgedir, ama hiçbir simge gerçekliği yansıtamaz. Orada öylesine bozulmaz bir güçle duruyordu ki, hiçbir şey onu yok edemez, ona yaklaşamazdı. Alışkın olduğunuz bir şeye yaklaşabilirsiniz, iletişim kurabilmek için aynı dilden konuşmalısınız, sözlü ya da sözsüz bir düşünce süreciniz olmalı, her şeyin ötesinde karşılıklı tanışıklık olmalı. Bunların hiçbiri yoktu. Siz, bunun böyle ya da başka türlü bir şey olduğunu, böyle ya da başka nitelikleri olduğunu söyleyebilirsiniz; ama o oluş anında söze gelen hiçbir şey yoktu, çünkü beyin bütünüyle dingindi, hiçbir düşünce hareketi söz konusu değildi. Başkalık hiçbir şeyle ilişkili değildir, bütün düşünce ve oluş bir etki-tepki sürecidir, bu nedenle o anı anlamak ya da ilişkisini anlamak söz konusu değildi. O, yanına yaklaşılamayan bir alevdi, ona yalnızca uzaktan bakabilir, yanına yaklaşamazdınız. Birdenbire uyanınca oradaydı. Onunla birlikte beklenmeyen bir kendinden geçiş, uslamlanamayan bir coşku hali geldi; nedeni yoktu, çünkü hiçbir biçimde aranmamış, hiç peşinden koşulmamıştı. Her zamanki saatte uykudan uyanınca bu kendinden geçme hali yinelendi; oradaydı ve uzunca bir süre devam etti.


Pasifik

Pasifik'in mavisi Akdeniz'in o olağanüstü mavisi gibi hoş açık bir mavi, özellikle kıyı şeridi boyunca kuzeye doğru yol alırken, batıdan hafif bir rüzgar estiğinde. Sakin, pırıl pırıl, berrak ve neşeli. Arasıra balinaların kuzeye doğru giderken su püskürttüğünü, ender de olsa o devasa başlarını sudan dışarı çıkarttıklarını görürsünüz. Balinaların hepsi biraraya toplanmış, su püskürtüyordu. Bu hayvanlar çok güçlü olmalı. O gün deniz göl gibiydi, durgun ve tam anlamıyla dingin, tek bir dalga bile yoktu; o berrak, dans eden mavisi de yoktu. Deniz uyumaktaydı, insanda hayranlık uyandırıyordu. Ev denize yukarıdan bakıyordu. [Bu ev, Krishnamurti'nin Malibu'da kaldığı zaman kullandığı ev.] Güzel bir ev, büyük bahçesiyle, çimenlik alanıyla, çiçekleriyle. Kaliforniya'nın güneşiyle aydınlanan çok ferah bir ev. Bu evi tavşanlar da severdi. Sabah erken, gece de geç gelirlerdi; çiçekleri, yeni dikilmiş hercaileri, kadife çiçeklerini ve çiçek açmış küçük bitkileri silip süpürürlerdi. Her tarafta tel örgüler olmasına rağmen, onları tutamazdınız, onları öldürmek de suç olurdu. Ama kedi ve baykuş bahçenin düzenini sağlarlardı; siyah kedi bahçede başıboş gezerdi; baykuş gün ortasında ince okaliptüs dallarından birine tünerdi. Onu hareketsiz, yuvarlak ve büyük gözlerini kapatmış bir halde görebilirdiniz. Tavşanlar gözden kaybolur, bahçe yeşerir ve mavi Pasifik usul usul akardı.

Yalnızca insan evrenin düzenini bozar. İnsan, acımasız ve son derece şiddet yüklüdür. Nerede olursa olsun kendisinde, dünyada sefalete ve karışıklığa neden olur. Yakıp yıkar, yok eder, şefkati yoktur. Kendi içinde düzeni yoktur, dokunduğu şey kirlenir ve karmaşıklaşır. İktidara, hileye dayanan, kişisel ve milliyetçi, grupları birbirine düşüren, çetelere özgü bir politikası vardır. Ekonomisi sınırlıdır, dolayısıyla evrensel değildir. Toplumu özgür de olsa, zulüm altında da olsa ahlaksızdır. İnanmasına, tapınmasına ve bitmek tükenmek bilmeyen anlamsız ritüeller gerçekleştirmesine rağmen dindar değildir. Neden böylesine zalim, sorumsuz ve bütünüyle ben merkezli bir hale gelmiştir? Neden? Bunun yüzlerce açıklaması vardır, kitaplardan ve hayvanlar üzerinde yapılan deneylerden elde edilen bilgilerle kurnazca açıklama yapanlar, beşeri kedere, tutkuya, gurura ve ihtirasa kapılırlar. Tanım tanımlanan değildir; söz şey değildir. Dış nedenler aradığı için mi, çevre insanı biçimlendirdiği için mi, dış dünyada yaşadığı değişimlerin kendi içindeki insanı dönüştüreceğini umduğu için mi? Duygularına bağımlı olduğu, anlık gereksinimlerine yenik düştüğü için mi? Bütünüyle düşünce ve bilgi aktarımı içinde yaşadığı için mi? Yoksa çok romantik, duygusal olduğu için mi idealleri, düşleri, büyüklenmeleri söz konusu olduğunda bu derece zalimleşebilir? Birileri ona sürekli önderlik ettiği için, kendisi bir takipçi olduğu için mi yoksa bir lidere, bir guruya dönüştüğü için mi?

Bu iç ve dış ayrımı, çatışmalarının ve sefilliğinin başlangıcıdır. Bu çelişkiye, bir ezeli gelenek ağına yakalanır. İnsan, bu anlamsız ayrıma yakalanınca, yiter ve başkalarının esiri haline gelir. Dış ve iç, düşüncenin imgelemi ve uydurmasıdır; düşünce bölük pörçük olduğu için düzensizlik ve çatışma yaratır, bu bölünmedir. Düşünce, düzeni, erdemin zahmetsiz bir biçimde akışını sağlayamaz. Erdem bellekteki şeylerin, tapınımın sürekli yinelenmesi değildir. Düşüncenin bilgisi zamanı bağlar. Düşünce doğası ve yapısı gereği yaşamın tüm akışını tam bir hareket olarak yakalayamaz. Düşüncenin bilgisinin bu bütünlük karşısında içgörüsü yoktur; algılayan konumunda, dışarıdan içeri bakan konumunda olduğu sürece, seçim yapmadan bu bütünlüğün farkında olamaz. Düşüncenin bilgisinin algılamada bir yeri yoktur. Düşünen düşüncedir; algılayan algılanandır. Ancak böyle olduğunda günlük yaşamımızda çabasız bir hareket söz konusu olabilir.


Doğa

Doğayla bağınızı kaybederseniz, insanlıkla da bağınızı kaybedersiniz. Doğayla hiçbir ilişkiniz yoksa, zamanla katile dönüşürsünüz; yavru fokları, balinaları, yunusları, insanları çıkar için, "spor" olsun diye, yiyecek için ya da bilgi için öldürürsünüz. O zaman doğa sizden korkar, güzelliklerini geri çeker. Ağaçlar arasında uzun yürüyüşlere çıkabilir, hoş mekanlarda kamp yapabilirsiniz, ama yine de bir katilsinizdir, dolayısıyla o güzelliklerle dostluğunuzu kaybedersiniz. Büyük bir olasılıkla hiçbir şeyle, karınızla ya da kocanızla ilişkide değilsiniz; hep kendi özel düşüncelerinizle, zevklerinizle, acılarınızla uğraşırsınız. Kendi karanlık, soyut dünyanızda yaşarsınız, buradan kaçış yolunuz daha da koyu karanlıktır. İlgi alanınız umursamaz, kolaycı ya da şiddet dolu kısa bir yaşam sürmektir. Sizin sorumsuzluğunuz nedeniyle binlerce insan açlıktan ölür ya da kıyıma uğrar. Dünyanın düzenini yalancı, ahlaktan yoksun siyasetçilere, entelektüellere, uzmanlara bırakırsınız. Kendi içinizde bütünlüğünüz olmadığı için ahlaktan ve dürüstlükten yoksun, yalnızca bencillik üzerine temellenen bir toplum kurarsınız. Sonra da yalnızca sizin sorumlu olduğunuz bütün bu şeylerden deniz kıyısına ya da ormana kaçar ya da "spor" yapmak için silah taşırsınız.

Bütün bunları biliyor olabilirsiniz, ama bilgi dönüşüm yaşamamızı sağlamaz. Ancak bütünlük duygusuna sahip olduğunuzda evrenle ilişkide olabilirsiniz.




Jiddu Krishnamurt Hayatı

Jiddu Krishnamurti 12 Mayıs 1895'te Hindistan'ın Madanapalle bölgesinde doğdu. Brahman bir ailenin sekizinci çocuğuydu. Ailesi Tanrı Krishna'ya bir saygı göstergesi olarak adını Krishnamurti koydu. Çocukluğunda çok cömert, içedönük ve sessiz biriydi; kendisiyle hizmetçiler arasında ayrım görmez, saatlerce pencere kenarında oturarak uzaklara dalar, böcekleri, kayaları, yaprakları incelerdi. On yaşındayken annesi ölünce babası çocuklara bakamayacak duruma geldi. Krishnamurti'nin babası Theosophical Society adlı bir derneğin üyesiydi; Helena Blavatsky tarafından 1831 yılında kurulan bu derneğin amacı insanlığı Dünya Öğretmeni Maitreya'nın yeryüzüne yeniden gelişine hazırlamaktı. Blavatsky öldükten sonra bu sorumluluğu Annie Besant ve C.W. Leadbeater üstlenmişlerdi.1909 yılında kumsalda kendisinden üç yaş küçük erkek kardeşi Nityananda'yla oynayan Krishnamurti'yi görünce Leadbeater 13 yaşındaki bu çocuğun aura'sının bencillikten bütünüyle yoksun olduğunu gördü ve aradıkları dünya öğretmeninin Krishnamurti olduğunu düşündü. Bunun üzerine derneğin genel başkanı Besant'a tanıtıldıklarında Besant bu iki kardeşten öylesine etkilendi ki onların eğitimini üstlendi. Theosophical Society'nin önderleri Dünya Öğretmeninin Krishnamurti'nin bedeninde geri gelişine hazırlanmak amacıyla 1911 yılında Doğu Yıldızı Örgütü'nü (Order of the Star in the East) kurdular ve örgütün başına genç Krishnamurti'yi getirdiler. Artık Krishnamurti çocuklara ve büyüklere ders veriyor, Annie Besant'la birlikte yurtdışına çıkarak konuşmalar yapıyordu.

1911'de kendisine verilen 'Alcyone' adı altında At the Feet of the Master (Ustanın Dizinin Dibinde) başlıklı ilk kitabı yayınlandı. Besant kitaba yazdığı önsözde bu kitabın Krishnamurti'nin dünyaya sunduğu ilk armağan olduğunu yazıyordu. İngiltere'de on yıl eğitim gördü, 1920 yılında Paris'te üniversiteye yazıldı. 1921'de kardeşi Nityananda'nın rahatsızlanması üzerine Hindistan'a döndü, 1922'de kardeşiyle birlikte geldiği Kaliforniya'nın Ojai bölgesinde geri kalan yaşamını bütünüyle değiştirecek bir deneyim yaşadı. İki hafta boyunca her gün yaklaşık otuz dakika meditasyon yapmıştı, bu iki hafta sonunda ensesinde çok büyük ağrılar duymaya başladı. Öylesine duyarlı bir duruma gelmişti ki en küçük sesleri bile algılıyordu; içini bir ateş kaplamıştı. Bu hali üç gün boyunca sürdü. Krishnamurti bir ağacın altında yaşadığı deneyimi iki gün sonra şöyle açıklıyordu: "... Bedenimden çıktığımı duyumsadım. Ağacın narin, yumuşak yapraklarının altında oturduğumu gördüm. Yüzüm doğuya dönüktü. Bedenim önümde duruyordu ve başımın üstünde parlak ve apaçık Yıldızı görüyordum..."

Metnin bütünü
(Krishnamurti'nin anlatımı


Avustralya'dan ayrıldığımdan beri Kuthumi'nin bana oradayken verdiği mesaj hakkında düşünüp taşınıyordum. Doğal olarak onun buyurduklarına olabildiğince çabuk ulaşmayı istiyordum, ama önüme koyulan ideallere ulaşmada en iyi yöntemin ne olduğu konusunda bir ölçüde emin değildim. Diyebilirim ki düşünmeden geçirdiğim bir gün bile olmadı, ama bunun son derece sıradan ve özensiz bir düşünme olduğunu utanarak söylemek zorundayım. Ama Kuthumi'nin mesajı her an zihnimin bir köşesindeydi. 3 Ağustos 1922'den beri her sabah düzenli olarak yaklaşık 30 dakika meditasyon yapıyordum. Şaşırtıcı bir biçimde oldukça kolaylıkla yoğunlaşabiliyordum, ve birkaç gün içinde nerede hata yaptığımı ve yapmış olduğumu görmeye başladım. Hemen, bilinçli olarak, geçmiş yılların yanlış birikimlerini yok etmeye koyuldum. Aynı hızla amacıma ulaşmanın yollarını ve araçlarını bulmaya giriştim. Öncelikle bütün öteki bedenlerimi Budik düzeyde uyuma kavuşturmam gerektiğini fark ettim, bunu yapabilmem için benliğimin bu düzeyde ne istediğini bulmalıydım. Çeşitli bedenler arasında uyum sağlayabilmek için onların da bu düzeydekiyle aynı hızda titreşmesini sağlamalıydım, ve bunun için bu düzeydekinin yaşamsal ilgisinin ne olduğunu bulmalıydım.

Beni şaşırtan bir rahatlıkla bu yüksek düzeydeki temel ilginin Maitreya'ya ve diğerlerine hizmet etmek olduğunu buldum. Fiziksel zihnimde bu düşünce son derece açıktı, öteki bedenlerin de tıpkı soylu ve tinsel düzeyde olduğu gibi devinmesini ve düşünmesini sağlamalı ve denetlemeliydim. Üç haftadan kısa bu süre içinde, gün boyunca Maitreya'nın imgesini zihnimde tutmaya yoğunlaştım ve bunu yapmakta hiç güçlük çekmedim. Dinginleştiğimi ve çok daha huzurlu olduğumu fark ettim. Yaşama bakışım bütünüyle değişmişti. Sonra 17 Ağustos'ta ensemde keskin bir ağrı başladı, meditasyonu 15 dakikaya indirmek zorunda kaldım. Ağrının geçmesini umuyordum, ama daha da arttı. 19'unda doruk noktasına ulaştı. Düşünemiyordum, hiçbir şey yapamıyordum, buradaki arkadaşlar beni yatıp dinlenmeye zorladılar. Sonra hemen hemen bütün bilincimi yitirdim, ama yine de çevremde neler olup bittiğinin farkındaydım. Her gün öğle saatlerinde kendime geliyordum.

İlk gün, bu haldeyken ve çevremdeki şeylerin bilincindeyken, ilk olağandışı deneyimi yaşadım. Yolu onaran bir adam vardı; o adam bendim; elindeki kazma bendim; kırdığı taş benim bir parçamdı; ince ot tanesi benim varlığımdı, adamın yanındaki ağaç bendim. Neredeyse adamla aynı şeyleri duyumsuyor ve düşünüyor, ağacın dalları arasında esen rüzgarı, otun üstündeki küçük karıncayı duyumsayabiliyordum. Kuşlar, toz toprak, gürültü benim bir parçamdı. Tam o sırada az uzaktan bir araba geçti; sürücüsü, motoru, tekerlekleri bendim; araba benden uzaklaştıkça ben de kendimden uzaklaşıyordum. Ben her şeydeydim, ya da dahası her şey bendeydi, canlı ve cansız her şey; dağ, solucan ve soluk alıp veren bütün her şey.

Bütün gün bu mutluluk halini yaşadım. Hiçbir şey yiyemiyordum, saat altıda yine fiziksel bedenimi yitirmeye başladım, doğal olarak fiziksel öğe istediğini yapıyordu; yarı bilinçliydim.

Ertesi günün sabahı (20 Ağustos) hemen hemen bir önceki gün gibiydi, odada çok insan olmasına dayanamıyordum. Onları oldukça garip bir biçimde duyumsuyordum, titreşimleri beni sinirlendiriyordu. O akşam saat yine altıya doğru her zamankinden daha da kötüleştim. Kimsenin yanımda durmasını ya da bana dokunmasını istemiyordum. Son derece yorgun ve güçsüzdüm. Sanırım aşırı bunalmadan ve fiziksel denetim yokluğundan dolayı ağlıyordum. Başım oldukça kötüydü, sanki tepesine iğneler batırıyorlardı. Bu haldeyken, yattığım yatak düşünemeyeceğiniz kadar pis ve kötü geliyordu bana, oysa bir önceki gün de yattığım yatak aynısıydı. Birden yerde oturduğumu fark ettim, Nitya ve Rosalind yatağa yatmamı söylüyorlardı. Onlara bana dokunmamalarını, yatağın pis olduğunu söyledim. Bir süre daha böyle geçti, sonunda verandaya çıktım, kısa bir süre bunalmış ama biraz daha dingin olarak oturdum.

Kendime gelmeye başladığımda Bay Warrington evin yakınındaki biber ağacının altına gitmemi söyledi. Orada bağdaş kurarak meditasyon yaptım. Bir süre böyle oturduktan sonra bedenimden çıktığımı duyumsadım, ağacın narin, yumuşak yapraklarının altında oturduğumu gördüm. Yüzüm doğuya dönüktü. Bedenim önümde duruyordu ve başımın üstünde parlak ve apaçık Yıldızı görüyordum. Sonra Buda'nın titreşimini duydum; Maitreya'yı ve Kuthumi'yi gördüm. Öylesine mutlu, dingin ve huzurluydum. Hâlâ bedenimi görebiliyor, onun çevresinde dönüyordum. Havada ve gölde o kadar derin bir dinginlik egemendi ki fiziksel bedenimi ve zihnimi duyumsuyordum. Yüzeyde hareketler altüst edilebilirdi, ama hiçbir şey, evet hiçbir şey, ruhumun dinginliğini bozamazdı. Ulu varlıklar bir süre benimle birlikte kaldılar, sonra gittiler.

Gördüklerimden dolayı inanılmaz ölçüde mutluydum. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamazdı. Yaşamın kaynağından berrak ve arı sular içtim, susuzluğum yatıştı; artık bir daha susayamam. Artık bir daha zifiri karanlıkta kalamam; Işığı gördüm. Bütün acıyı ve üzüntüyü iyileştiren şefkate dokundum; kendim için değil, dünya için. Dağın doruğuna çıktım ve Ulu Varlıkları seyrettim. Bir daha karanlıkta kalamam; görkemli ve iyileştiren Işığı gördüm. Hakikatin kaynağı bana açıldı ve karanlık dağıldı. Bütün görkemiyle Aşk kalbimi sarhoş etti; kalbim bir daha asla kapanamaz. Sevincin ve sonsuz Güzelliğin kaynağından içtim. Tanrıyla sarhoş oldum.






Krishnamurti bu deneyimi yaşadığında yanında kardeşi Nityananda da vardı. O da o gün yaşananları şu sözlerle anlatmıştı: "... Her yer ulu bir varlıkla doldu, dizlerimin üstüne çöküp yere kapanmak istedim, çünkü hepimizin kalbindeki Büyük Lordun geldiğini biliyorduk, onu göremesek de varlığının görkemini duyumsuyorduk. Sonra Rosalind gözlerini açtı ve gördü..."

Metnin Bütünü


Nityananda'nın anlatımı

Bay Warrington tam zamanında yetişti. Evin önünde birkaç metre uzakta narin, ince yeşil yaprakları olan genç bir biber ağacı var, şimdi dalları kokulu çiçeklerle dolu, bütün gün boyunca vızıldayan arılar, küçük kanaryalar ve sinek kuşları ona dadanıyor. Bay Warrington Krishna'nın o ağacın altına gitmesinde ısrar etti. Krishna ilkin gitmedi, ama sonra kendi isteğiyle gitti. Yıldızların aydınlattığı bir karanlık vardı, Krishna gökyüzüne uzanan ince, kara yaprakların altında oturuyordu. Hâlâ bilinçsizce mırıldanıyordu, ama birden rahatlayarak içini çekti ve bize "Oh, beni buraya neden daha önce göndermediniz?" dedi. Ardından kısa bir sessizlik oldu.

Sonra bir ezgi mırıldanmaya başladı. Neredeyse üç gün boyunca ağzından tek bir söz çıkmamış, bedeni bu yoğun gerilim nedeniyle bitkin düşmüştü. Oldukça yorgun bir sesle Adyar'daki tapınakta her gece söylenen mantrayı okuyordu. Sonra sessizlik oldu.

Yıllar önce Taormina'da Krishna, Buda'nın dilenci giysileri içindeki güzel bir resmine derinlere dalmış gözlerle baktığında, mutluluk dolu bir an, tanrısal Ulu Varlığı duyumsamıştık. Bu gece de Krishna genç biber ağacının altında şarkısını bitirince, Bo ağacının altında oturan Buda'yı düşündüm, ve yine, Krishna'yı daha önce kutsadığında olduğu gibi, huzur dolu vadiye bir ışık dalgası yayıldığını duyumsadım. Gözlerimizi ağaca dikmiş her şeyin yolunda olup olmadığını merak ediyorduk, çünkü artık tam bir sessizlik egemendi. Bakarken birden ağacın üstünde büyük bir Yıldızın parladığını gördüm, Krishna'nın bedeninin Ulu Varlık için hazırlandığını anladım. Eğilip Bay Warrington'a Yıldızı gösterdim.

Her yer ulu bir varlıkla doldu, dizlerimin üstüne çöküp yere kapanmak istedim, çünkü hepimizin kalbindeki Büyük Lordun geldiğini biliyorduk, onu göremesek de varlığının görkemini duyumsuyorduk. Sonra Rosalind gözlerini açtı ve gördü. Yüzü hiç kimsede görmediğim bir biçimde değişti, çünkü o gecenin görkemini fiziksel gözlerle görecek kadar kutsanmıştı. Bize "O'nu görüyor musunuz, O'nu görüyor musunuz?" derken yüzünün biçimi değişiyordu, kutsal Maitreya'yı görmüştü. O'nu bir anlığına da olsa görebilmek için milyonlarca insan O'nun beden bulmasını bekler, ama Rosalind'in masum gözleri vardı ve O'na büyük bir içtenlikle hizmet etmişti. O'nu göremeyen bizlerse yıldızların ışığı altında Rosalind'in kendinden geçmiş solgun yüzüne yansıyana gecenin Nurunu seyrediyorduk.

Rosalind'in bakışlarını hiçbir zaman unutmayacağım; ben göremiyordum ama Maitreya'nın varlığı içimi doldurmuştu, O'nun bize döndüğünü ve Rosalind'e bir şeyler söylediğini duyumsuyordum; "Yapacağım, yapacağım" diye yanıt verirken Rosalind'in yüzü kendinden geçmiş bir halde kutsallıkla parlıyordu; sanki büyük bir sevinçle söz veriyordu. Ona baktığımda yüzünün nasıl göründüğünü asla unutamayacağım; neredeyse ben bile onun gördüğüyle kutsanmıştım. Yüzü kalbinin nasıl kendinden geçtiğini gösteriyordu, varlığının en derin yanı O'nun varlığıyla alev alev yanıyordu, ama gözleri görüyordu. Sessizce O'nun beni hizmetçisi olarak kabul etmesi için yalvardım, hepimizin kalbi bu yalvarışla dolmuştu. Uzaklarda alçak sesle tanrısal bir ezginin çaldığını duyduk; Gandharva'ları göremesek de hepimiz onları duyuyorduk.

Varlıkların ışıması ve görkemi yaklaşık yarım saat sürdü. Rosalind her şeyi görüyor, titriyor, neredeyse sevinçten hıçkırıklara boğuluyordu, sık sık "Bakın, görüyor musunuz?" ya da "Müziği duyuyor musunuz?" diye soruyordu. Hemen ardından Krishna'nın ayak seslerini duyduk ve karanlığın içinden beyaz giysiler içinde geldiğini gördük; her şey sona ermişti. Rosalind, "İşte geliyor; gidin getirin onu" diye bağırdı ve neredeyse baygın bir halde sandalyesine yığıldı. Kendine geldiğinde ne yazık ki hiçbir şey, hiçbir şey anımsamıyordu; belleğinden hepsi silinmişti, yalnızca kulaklarında müziğin sesi kalmıştı.



1924 yılında Hollandalı soylu Baron van Pallandt Ommen'deki şatosunu Krishnamurti'ye armağan etti. Krishnamurti burada binlerce kişiye konuşmalar yaptı. 1925 yılında Nityananda'nın ani ölümü onu derinden sarstı. Bütün bunlar gerçekleşirken Krishnamurti giderek kendini içinde bulunduğu örgütten uzaklaşmış hissediyordu. Kaliforniya'da yaşadığı yıllarda düşüncelerinde büyük değişimler olmaya başlamıştı. Gün geçtikçe Maitreya'nın, Kuthumi'nin, Buda'nın ve diğerlerinin adını daha az anıyor, sık sık bir 'Sevgili'den söz ediyordu: "Sevgili ile ne demek istediğimi soruyorlar. Açıklayayım, siz istediğiniz gibi anlayın. Benim için O Krishna, Kuthumi, Maitreya, Buda--bunların hepsi, ama hepsinin biçiminin ötesinde. Ne ad verdiğiniz ne fark eder ki?... Benim Sevgilim gökler, çiçekler, her bir insan. Ben Sevgilimle birleştim ... ve siz Onu her bir hayvanda, her bitkide, acı çeken her insanda göremedikçe anlayamayacaksınız." Yazdıkları ve söyledikleri onu eğitmiş olanların ve kurtarıcı olmasını isteyenlerin bekledikleri yazılar ve sözler değildi. Onun başkaldırdığını söylediler. Krishnamurti Life in Freedom (Özgür Yaşam) adlı kitabında şöyle yazıyordu: "Her şeye başkaldırıyorum. Başka insanların kendilerini üzerimde yetke saymalarına, başkaları tarafından eğitilmeye, başkalarının bildiklerini bana kabul ettirmeye çalışmalarına başkaldırıyorum. Kendim bulmadıkça hiçbir şeyi doğru kabul etmiyorum. Başkalarının benden farklı düşünmesine karşı değilim, ama onların bana düşüncelerini, yaşamla ilgili görüşlerini zorla kabul ettirmeye çalışmalarına katlanamıyorum. Daha küçük bir çocukken de başkaldırıyordum. Dinliyor, izliyor, ama bir yandan da sözlerin yanılsamasının ardındaki hakikati arıyordum."

Krishnamurti 1929 yılında 34 yaşındayken kendisine yüklenen kurtarıcı imgesini büyük bir kararlılıkla yadsıyarak Doğu Yıldızı Örgütü'nü dağıttığını açıkladı. Ommen'de 3000 örgüt üyesinin önünde yaptığı konuşma radyodan da binlerce kişi tarafından dinleniyordu. Krishnamurti sayıları o tarihte 60.000'e varan üyeye şöyle sesleniyordu: "Hakikat ülkesinin yolu yoktur ve ona ne olursa olsun hiçbir yolla, hiçbir dinle, hiçbir mezheple ulaşamazsınız ... Ben hiçbir tinsel örgütün üyesi olmak istemiyorum; lütfen bunu anlayın ... Eğer bu amaçla örgüt kurulacak olursa, bir engel, zayıflık, köstek halini alır ve bireyi sakatlar, onun büyümesini, özgün biri olmasını engeller, oysa bu, insanın saltık, koşulsuz hakikati keşfetmesinde temeldir ... Şimdi başka örgütler kurabilir, başka birinin sizi kurtarmasını bekleyebilirsiniz. Ben bununla ilgilenmiyorum, kendinize yeni kafesler örüp bu kafesleri yeni biçimlerde süslemenizle de ilgilenmiyorum. Benim tek ilgilendiğim insanı kesin olarak, koşulsuz olarak özgürleştirmek."

Metnin bütünü

Bu sabah Doğu Yıldızı Örgütü'nü dağıtma kararını tartışacağız. Pek çoğunuz sevinecek, diğerleri de oldukça üzülecek. Bu sevinilecek ya da üzülünecek bir durum değil, çünkü açıklayacağım gibi kaçınılmaz bir durum...

Hakikat ülkesinin yolu yoktur ve ona ne olursa olsun hiçbir yolla, hiçbir dinle, hiçbir mezheple ulaşamazsınız... Benim görüşüm bu ve bunda kesinlikle, koşulsuz olarak ısrarlıyım. Hakikat sınırsız, koşulsuz ve herhangi bir yolla ulaşılamaz olduğu için örgütlenemez de; insanları belirli bir yolda yürümeye yönlendirecek ya da zorlayacak bir örgüt de kurulmamalıdır. Önce bunu anlarsanız, bir inancı örgütlemenin ne kadar olanaksız olduğunu görürsünüz. İnanç kuşkusuz bireyseldir ve onu örgütleyemezsiniz, örgütlememelisiniz. Örgütlediğiniz anda ölür, durağanlaşır; başkalarına dayatılacak bir mezhebe, bir dine dönüşür.

Bütün dünyada insanların yapmaya çalıştıkları bu. Hakikatin alanı daraltılıyor ve güçsüzlerin, yalnızca o an için hoşnutsuz olanların bir oyuncağı durumuna sokuluyor. Hakikat indirilemez, bireyin ona yükselmek için çaba göstermesi gerekir. Dağın tepesini vadiye indiremezsiniz...

İşte benim görüşüme göre, Yıldız Örgütü'nün dağıtılmasını gerektiren nedenlerden ilki bu. Buna karşın, büyük olasılıkla başka örgütler kuracaksınız, hakikati arayan başka örgütlere üye olacaksınız. Ben hiçbir tinsel örgütün üyesi olmak istemiyorum; lütfen bunu anlayın...

Eğer bu amaçla örgüt kurulacak olursa, bir engel, zayıflık, köstek halini alır ve bireyi sakatlar, onun büyümesini, özgün biri olmasını engeller, oysa bu, insanın saltık, koşulsuz hakikati keşfetmesinde temeldir. Örgütün başkanı olarak dağıtma kararı almamın başka bir nedeni de bu.

Bu olağanüstü bir iş değil, çünkü kimsenin beni izlemesini istemiyorum ve bunda ciddiyim. Birini izlediğiniz anda Hakikati izlemiyorsunuz demektir. Söylediğime dikkat edip etmediğinizle ilgilenmiyorum. Bu dünyada yapmak istediğim belli bir şey var ve bunu gerçekleştirmekten hiçbir zaman vazgeçmeyeceğim. Yalnızca bir tek temel şeyle ilgileniyorum, o da insanı özgürleştirmek. Onu bütün kafeslerden, bütün korkulardan özgürleştirmeyi ve yeni dinler, yeni mezhepler, yeni kurumlar ve felsefeler oluşturmamayı arzuluyorum. Neden sürekli dünyanın dört bir yanını gezip konuşmalar yaptığımı soracaksınız doğal olarak. Size bunu ne için yaptığımı açıklayayım; beni izleyen özel bir grup istediğim için değil. Ne bu dünyada ne de tinsel dünyada hiçbir havarim, öğrencim yok.

Beni çeken para ya da rahat bir yaşam sürme arzusu da değil. Rahat yaşamak isteseydim bir kampa gelmez ya da nemli bir ülkede yaşamazdım! Açıkça konuşuyorum, çünkü bunun bir kerede ve sonsuza dek anlaşılmasını istiyorum. Bu çocukça tartışmaların her yıl yinelenmesini istemiyorum.

Benimle söyleşi yapan bir gazeteci binlerce üyesi bulunan bir örgütü dağıtmanın olağanüstü bir iş olduğunu söyledi. Ona göre bu çok büyük bir işti, çünkü şöyle diyordu: "Peki daha sonra ne yapacaksınız, nasıl yaşayacaksınız? Sizi izleyen biri olmayacak, insanlar artık sizi dinlemeyecek." Dinleyecek, yaşayacak, yüzünü sonsuzluğa çevirecek beş kişi olsa, o da yeter. Anlamayan, bütünüyle önyargılara batmış, yeniyi istemeyen, ama yeniyi kendi kısır, durağan benliklerine dönüştürmeyi yeğleyen binlerce insanın olmasının ne yararı var?..

Özgür, koşulsuz, eksik ve göreceli değil ama bütün, sonsuz bütünsel Hakikat olduğum için, beni anlamak, özgür olmak isteyen, beni izlemeyen ve beni kendilerine sonunda bir dine, bir mezhebe dönüşecek bir kafes yapmayan insanlar istiyorum. Bütün korkularından özgür olsunlar yeter -- din korkusundan, kurtuluş korkusundan, tin korkusundan, aşk korkusundan, ölüm korkusundan, yaşam korkusundan. Bir ressam nasıl resim yapmaktan zevk alıyorsa, resim yapmak onun kendini dışa vurma biçimiyse, sevinç kaynağıysa, iyi olmasını sağlıyorsa, bu da benim için aynı; yoksa hiç kimseden hiçbir şey istemiyorum. Siz yetkeye alışıksınız, ya da sizi tinselliğe götürecek bir yetkenin ortamına alışıksınız. Bir başkasını sizi olağanüstü güçleriyle --mucizeyle-- Mutluluk denen o sonsuz özgürlük diyarına götüreceğini sanıyor ve umuyorsunuz. Bütün yaşam görüşünüz bu yetkeye bağlı.

Beni üç yıldır dinliyorsunuz, birkaç kişi dışında kimsede bir değişim olmadı. Şimdi söylediğimi çözümleyin, eleştirin, öyle ki bütünüyle, kökten anlayın...

On sekiz yıldır bu olay için, Dünya Öğretmeninin gelişi için hazırlanıyordunuz. On sekiz yıl kalbinize ve zihninize yeni bir tat verecek, bütün yaşamınızı dönüştürecek, size yeni bir anlayış getirecek, sizi yeni bir yaşam düzeyine taşıyacak, yüreklendirecek, özgürleştirecek birini aradınız, bunun için örgütlendiniz -- şimdi bakın ne oldu! Düşünün, uslamlayın ve bu inancın sizi nasıl farklı biri yaptığını bulun -- rozet takmanız gibi yüzeysel bir farklılıktan söz etmiyorum, bu çok boş, çok saçma. Böyle bir inanç hangi açıdan yaşamda özsel olmayan şeyleri silip götürdü? Değerlendirmenin tek yolu bu: Yanlış ve özsel olmayan şeylere dayalı öteki topluluklardan hangi açıdan daha özgür, daha büyük, daha tehlikelisiniz? Bu örgütün üyeleri hangi açıdan farklı üyeler oldular?..

Hepiniz tinsellik için, mutluluk için, aydınlanmak için bir başkasına sırtınızı yaslıyorsunuz... Aydınlanmak için, mutluluk için, arınmak için, kendinizi yozlaştırmamak için kendi içinize bakın dediğimde hiçbiriniz buna istekli değilsiniz. Az sayıda kişi olabilir, ama çok, çok az. Öyleyse örgüte ne gerek var?

Dışarıdan hiç kimse sizi özgürleştiremez; örgütlenerek tapınma, kendinizi bir davaya adama da özgürleştiremez; kendinizi bir örgüte göre biçimlendirme, işe verme de özgürleştiremez. Mektup yazmak için daktilo kullanırsınız, ama bir sunağın üstüne koyup ona tapmazsınız. Ama örgütler sizin için başlıca ilgi alanı durumuna geldiğinde yaptığınız bu. "Kaç üyeniz var?" Bütün gazetecilerin bana ilk sordukları soru bu. "Sizi izleyen kaç kişi var? Sayılarına göre sizin söylediklerinizin doğru olup olmadığına karar vereceğiz." Kaç kişi olduğunu bilmiyorum. Bununla ilgilenmiyorum. Özgürleşmiş bir tek insan bile olsa, bu yeterli olurdu...

Bunda başka, Mutluluk Krallığının anahtarının yalnızca belli kişilerin elinde olduğunu düşünüyorsunuz. Kimsenin elinde değil. O anahtarı elinde tutmaya kimse yetkili değil. O anahtar siz kendinizsiniz ve Sonsuzluk Krallığı ancak sizin gelişiminize, arınmanıza ve yozlaşmamanıza bağlı...

Ne kadar ilerlediğinizin, tinsel düzeyinizin ne olduğunun söylenmesine alıştınız bugüne kadar. Ne kadar çocukça! Dürüst olup olmadığınızı size sizden başka kim söyleyebilir?.. Ama gerçekten anlamayı isteyenler, başı sonu olmayanı arayanlar hep birlikte yürüyecekler; özsel ve gerçek olmayan her şeye, gölgelere karşı birer tehlike oluşturacaklar. Ve toplanacaklar, ateş olacaklar, çünkü anlayacaklar. Böyle bir birlik oluşturmalıyız ve benim amacım bu. Gerçek dostluk sayesinde --bunu siz pek biliyor görünmüyorsunuz-- hepsinin arasında gerçek bir işbirliği oluşacak. Bunun nedeni yetke, bunun nedeni kurtuluş olmayacak, çünkü anlayacak ve böylece sonsuzda yaşayabilecekler. Bu bütün hazlardan, bütün kendini adayışlardan daha büyük bir şeydir.

İşte iki yıl enine boyuna düşündükten sonra, bu nedenlerden dolayı dağıtma kararı aldım. Anlık bir tepki değildi. Kimse beni buna inandırmadı -- böyle konularda kimse beni inandıramaz. İki yıl boyunca bu konuyu yavaş yavaş, dikkatle, sabırla düşündüm ve artık Başkanı olarak Örgütü dağıtmaya karar verdim. Şimdi başka örgütler kurabilir, başka birinin sizi kurtarmasını bekleyebilirsiniz. Ben bununla ilgilenmiyorum, kendinize yeni kafesler örüp bu kafesleri yeni biçimlerde süslemenizle de ilgilenmiyorum. Benim tek ilgilendiğim insanı kesin olarak, koşulsuz olarak özgürleştirmek.





Krishnamurti bu konuşmayla yalnızca örgütü dağıtmakla kalmamış, Theosophical Society üyelerini de şaşkınlık içinde bırakmıştı. Kendisinin gelecekte yapacağı işler için toplanan büyük paraları ve dünyanın çeşitli yerlerinde armağan edilen arazileri geri dağıttı ve yaşamının geri kalanını dünyanın pek çok yerinde konuşmalar yaparak geçirdi. Artık konuşmalarında hiçbir dine, geleneğe, düşünce akımına bağlı değildi. Ders vermekten çok dinleyenlerin kendilerini sorgulamaları, söylenenlere körü körüne inanmak yerine kalplerinin derinliklerine bakmaları ve kendi varlıklarının hakikatini bulmaları gerektiğini vurguladı.

Eğitim Krishnamurti için en önemli konulardan biriydi. Genç insanların ırk, ulusçuluk, din, dogma, gelenek, sanı gibi koşullanmalarını görmelerini, bilinçlerinde bir dönüşüm yaşamaları durumunda bütünüyle zeki insanlar olabileceklerini ve doğru eylemde bulunabileceklerini düşünüyordu. Önyargısı ve koşullanmaları olan bir zihin ona göre asla özgür olamazdı. Krishnamurti dünyanın çeşitli ülkelerinde, insanların mekanik, teknolojik araçlara dönüşmek yerine korkusuzca, karmaşa yaşamayan özgür bireyler olarak yaşamı anlayabilecekleri okullar açtı.

Krishnamurti ömrünün sonuna dek sohbetlerini sürdürdü, insanlarla bir öğretmen, bir guru olarak değil, bir dost olarak konuştu. 90 yaşında bile gezilerine, sohbetlerine ara vermedi. Dinleyicilerinin öğrenmesini umduğu her şeyi kendisi yaşadı. 1985 yılının sonlarında rahatsızlandı. 17 Şubat 1986 tarihinde Kaliforniya'nın Ojai bölgesinde bir hastanede 91 yaşında öldü. Ölmeden önce "Ben sıradan bir insanım, beni sıradan bir biçimde uğurlayın" demişti; bedeni yakıldı ve mezarının üstüne tapınak dikilmemesi amacıyla külleri en sevdiği yerlere serpildi. Krishnamurti ardında pek çok konuşma kaydı, yazı, öğretmenlerle ve öğrencilerle, bilim ve din adamlarıyla yapılmış tartışma, televizyon ve radyo söyleşisi, mektup bıraktı. Bunların çoğu kitaplarda, sesli ve görüntülü kasetlerde toplandı, birçok dile çevrildi.

Krishnamurti'nin yaşamı boyunca yaydığı sevgi bugün de insanlığın kalbinde ve zihninde yaşamaktadır.