29 Haziran 2009 Pazartesi

Kırık Cam Teorisi




Suçlarla mücadeleyi nasıl başardın?" sorusuna Guiliani'nin cevabı: "Metruk bir bina düşünün. Binanın
camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş
atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim.
Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri, bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan
kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk konan
çöp torbasını kaldırttım."

Bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci önce tek bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor. Çevreden tepki
gelmez ve cam hemen tamir edilmezse, oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor,
diğer camları da kırıyor. Ardından daha büyük suçlar geliyor; bir süre sonra o sokak, polisin giremediği bir
mahalleye dönüşüyor.

Bunu anlayan New York polisi, önce küçük suçların peşine düşmüş. Metroya bilet almadan binenleri, apartman
girişlerini tuvalet olarak kullananları, kamu malına zarar verenleri, hatta içki şişelerini yola atanları bile
yakalayıp haklarında işlem yapmış.

Polis bu kararlılığıyla "Küçük müçük, bizim için hiç fark etmez; bu sokağın, metro istasyonunun veya mahallenin
suç üreten bir bölge olmasına izin vermeyeceğiz." demiş.'Kırık Cam Teorisi' ABD'li suç psikologu Philip
Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneyden ilham alarak geliştirilmişti.
Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine
birer 1959 model Oldsmobile bıraktı.
Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri gizli kamerayla izledi.
Bronx'taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı.
Ardından Zimbardo ile iki öğrencisi 'sağ kalan' otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk
darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zengin beyazlar) da olaya dahil oldu.
Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti. "Demek ki"
diyordu Zimbardo, "ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi
halde kötü gidişatı engelleyemeyiz. "

11 Haziran 2009 Perşembe

Atatürk'ün Ölümünde ki Sır Perdesi Aydınlatılıyor



Atatürk’ün ölümü üzerine hiç bu kadar detaylı, bu kadar açık belgeler halka verilmedi. Açık belgelerle Atatürk’ün ölümünün sır perdesi.Atatürk sirozdan mı öldü ? Yoksa sanıldığının aksine farklı sebeplerden mi ? Bunu bu yazımızda öğreneceğiz. Üzücü ama gerçek bir yazıda.

Bölüm 1

Atatürk fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde duruyor, kimsenin elinden bir shey gelmiyordu. İshte son fotoğraflarından birisi sol altta, Ekim 1938 ’de Atatürk’ün isteğiyle çekilmishtir. Atatürk artık karaciğersiz bir insan gibi büzüshmüsh, karnı davul büyüklüğünde seyir etmishti. Bazı günler Yatına giderdi bir çocuk mutlu olmayı beklercesine oda orada öylece yatar ve içinden ’’ keshke iyileshsem ’’ der gibiydi. Atatürk’ün yanında onlarca emir kolu vardı. Atatürk’ün tek dayanakları onlardı. Kimse yanına koyulmazdı. Doktorları Atatürk’ü iyileshtirmek için ellerinden geleni yapmışlardı.

Atatürk’ü geç teshhisten yolcu eden doktorlardan bahsediyoruz...Ama onlarında ellerinden bir shey gelmiyordu. Belki de onu yolcu edenler doktorlar değildi? Belki de Atatürk siroz denen o mendebur hastalıktan ölmemishti? İshte olay burada bashlıyor ya!

Atatürk’ün Doktorları

Atatürkün tedavisinde sorumlu olan doktorlar müdavi ve müshavir olmak kaydıyla 2 çeshite ayrılıyordu. Müdavi doktorları Prof Dr. Neshet Ömer İrdelp, Prof Dr. Nigad Reshad Belgerdi. Müshavir doktorlarıda 5 hekimden olushmaktaydı. Müdavi hekimler Atatürkün sağlık durumunu zamanı zamanına takip edenlerdi. Müshavirler ise Gerekli zamanlarda tedavi eden hekimlerdi.

Atatürk’ün Hastalığı

Atatürk 1916 yılında Akciğer iltihabıyla yatağa düshüyor, 1918’de böbrek rahatsızlığıyla hastalanıyor, 1919’da Şishlideki evinde kulak ragatsızlığı bash gösteriyor. 1921 yılında Atatürkün sol yanağında çıban çıkıyor. 1921 yılında Ata binerken 3 kaburgası kırılıyor. 1923 yılında bilindiği gibi ufak - tefek kalp rahatsızlıkları geçiriyor. 1936 Kasım ayında üshütme olayı geçiriyor. Asıl öldürücü hastalık 1936 Sonunda bashlıyor.




Son dokuz saat... Koca bir tarih göçüyor bu diyardan.

10 Kasım 1938 Pershembe saat: 00:05’te sonda ile 140 cc’lik idrar boshaltıldı. Saat 02,00’de yarım balon oksijen verildi. Saat 02,45’te 1.cc’lik Huile de Camphree shırınga edildi. Saat 3,30’da koltuk altından ateshi alındı(Ateshi normaldi) Aralıklarla oksijen verimi devam etti. Saat 06,25’te solunum yüzeyselleshti ve hırıltı azaldı. Saat 07,45’te 37,7 cc, nabız 124 olarak kaydedildi. Saat 8.00 glikozlu serum verildi. Saat 8.00’i geçerken Atatürk’ün yüzü daha da soldu. Sapsarı oldu. Ve birden gırtlağından ’’ Hi, Hi, Hi...’’ diye sesler çıkmaya bashladı. Bu sırada oradaki doktorlardan Kamil Berk gözleri yashlı ve eli karyolaya dayalı olarak diğer elindeki ıslatılmısh pamukla Atatürkün ağzına su verme çabasındaydı.

Prof. Dr. Süreyya Hidayet ile Dr. Abravaya Marmaralı, tabanla ilgili refleksleri kontrol etmektedit. Saat: 8,05’te 1 cc Huile Camphree ve 500 cc glikozlu serum yapıldı. Saat: 08,25’te toplar damar için 1/8mgr ouabaine shırınga edildi. Saat 8,30 da 500 cclik glikozlu serum tekrarlandı. Saat 09,00, Nabız 130. soluk alıp verme 34. Atatürkün gözleri kapalı ğöğsü sık sık inip çıkmakta. Bashta bulunduğu oda olmak üzere, bütün dolmabahçe sarayı derin bir sessizlik içinde. Saat 09,05. Atatürk birden gözlerini açtı, başını sert bir hareketle sağ tarafa çevirdikten sonra tekrar önceki durumuna getirdi. Son nöbet defterine shu yazıldı:
Saat: 09,05 vefat etmishlerdir.

Hastalığın teshhisi nasıl yapıldı? Kim yaptı?

Atatürke ilk teshhisi koyan Prof. Dr. Nihat Reshat Belgerdir. ’’Atatürk geceyi teram oteldeki apartmanında geçirdi. Ertesi sabah otelde, kendine mahsus olarak yaptırılan banyo dairesine girdi ve beni çağırdılar. Şikayetlerini bana bildirdi. Kashıntıya çare bulmasını istiyordu’’ Doktor Atatürkü teshhis eder. Atatürk ’’kashınıyı buldunuzmu nedir?’’ diye sorar. Doktor, evet efendim. Kashıntınızın tek nedeni karaciğer rahatsızlığıdır. Karaciğeriniz sertleshmish ve biraz büyümüshtür. Atatürk birden shashkına döndü. Ama ne çare. Her doktor farklı teshhis koyuyordu. Kimine göre ise Karınca ısırmasıdır.

Atatürk, gerçekten alkole bağlı sirozdan mı ölmüştür?

Bu konudaki en büyük eksiklik Atatürk otopsisinin yapılmamaısh olmasıdır. Uzun yıllar görev yapan doktorlar bile bunun alkoldenmi olduğunu kestiremiyorlardı. Atatürk’ün ölümüne yönelik iftiralar tümüyle deli saçmasıdır. Diğer iftira, yalan, uydurmalarında olduğu gibi ciddiye alınacak yanı yoktur.Biz, ana amaç olarak, bu saçmalıklara yanıt vermeyi değil, sözü edilen konularda bilgilendirmeyi esas alıyoruz. Kishiler; doğrularla, gerçeklerle donatılsın ki bu saçmalara kapılmasın diyoruz. Atatürk tarafından bedava kazanç yolları kapatılan din tacirlerinin tabanı haline gelinmesin istiyoruz.

Bölüm 2 : Atatürk’ün Ölümü Alkolden mi?


Atatürk düşmanları, Atatürk’ün ölümünü alkole bağlarlar, içki içtiği için siroz hastalığına tutulduğunu ve içkiden öldüğünü ishlerler. Amaçları; İslam dinine göre içilmemesi gereken alkollü içkiyi Atatürk’ün içtiğini, dolayısıyla iyi insan olmadığına ve sonucunda da bunun karshılığını ölümle bulunduğuna inandırmak, böylece Atatürk düshmanlığı yaratabilmektir. Dinden geçinenler Atatürk düshmanlığı yaratmak için, O’nun ölümünü bu shekilde ishlerlerken, diğer yurttashlar da bilgi eksikliğinden ve bu konunun yeterince ishlenmemesinden dolayı, genelde bu shekilde; Atatürk alkolden ölmüshtür sheklinde; bilirler. Bu nedenle, konunun ayrıntılı ele alınması ihtiyacı vardır.

Atatürk’ün ölüm sebebi, otopsi yapılmasına gerek olmadığına yönelik düzenlenen raporda şöyle belirtilir: "... Atatürk’ün vefatına sebep olan müzmin karaciğer hastalığı ’cirrhose ascitogene’ tabii seyrinde devam ederek karaciğer büyük kifayetsizliğine bağlı derin koma ile husule geldiği ittifakla tesbit edilmiştir. "(karın içinde sıvı, asit toplanması)

Ölüm raporunda ise hastalığın teshhisi şöyledir:

"... hastalığın bir hepatite sclerocongestive ethylique olduğu tesbit edilmiştir..."(alkolle ilişkili karaciğer iltihabı) Birinci raporda ölümün "cirrhose ascitogene" (karın içinde sıvı, asit toplanması)’ndan meydana geldiği; ikinci raporda da hastalığın "hepatite sclerocongestive ethylique" (alkolle ilishkili karaciğer iltihabı) olduğu belirtilmektedir. İkinci raporda siroz hastalığı alkolle ilishkilendirilmektedir. Ölüm raporunda böyle denilince, ölümün alkolle ilishkilendirilmesi yaygın kanı haline gelmishtir. Oysa bugün, tıbbın ulashtığı düzey içinde, konunun uzmanları, biobsi yapılmadan, bazı tıbbi tahliller yapılmadan böyle bir kanıya varılamayacağı görüshündedirler. Ayrıca siroz, alkolden de olmush olabilir, sirozu meydana getiren diğer nedenlerle de olmush olabilir; bugün bu konuda kesin bir yargıya varmak mümkün değildir; bir karar spekülasyon olur; kanısındadırlar.

Atatürk’e biopsi yapılmamış, otopsi de yapılmamıştır. Sirozun nedenini belirlemek için bugün gerekli görülen tahliller o günlerde bilinmemektedir.O halde sirozu alkole bağlama, tamamen, siroz konusundaki genel bilgiden ve Atatürk’ün alkol almasından yola çıkılarak yapılan varsayımdan kaynaklanmaktadır. Yani tıbbi bir sonuç değildir, sadece gerekli tıbbi tahliller yapılmadan varılan bir sanıdır.Bunun bir sanı olduğunu, karar olmadığını, bu konuda ölümünden önce de değishik görüshlerin ortaya çıkmısh olduğunu, 3 Ağustos 1938 tarihli bir konsültasyon raporunda görüyoruz. Raporun konuyla ilgili maddeleri:

1. Atatürk’te bir siroz vardır. Asit yapmış, biraz süb-ikter (gözde sarılık) meydana getirmishtir.

2. Bunun esaslı nedeni alkoldür.

3. Evvelden Atatürk’ün çektiği malaryanın (sıtma, ki Atatürk 2 kez sıtma geçirir) bir tesiri olmadığını katiyetle (kesinlikle) söylemek mümkün değildir.

6... Eppinger’in (yabancı doktor), hepatit sirozu cay-ı sualdir (tartıshmaya değerdir)"

Görüldüğü gibi sadece bir raporda sirozun nedeni üzerine 3 ayrı görüsh var. Birinci görüsh alkolden, ikinci görüsh sıtmadan, üçüncü görüsh hepatit virüslerinden. Atatürk’ün hastalığını konu alan kaynakların incelenmesinden, Türk doktorlarının sirozu alkole bağladıkları, yabancı doktorların ise konuya farklı yaklashtıkları görülmektedir. Yabancı doktorların iki ayrı yaklashımını 3 Ağustos 1938 tarihli konsültasyon raporunda gördük. Şimdi bir bashkasını verelim.

Atatürk’ün muayene ve tedavisi için dört kez getirilen Fransız Prof. Dr. Fissenger ise shöyle diyor:

"Bu hastalığın sırf içkiden geldiği yolundaki düshünce doğru değildir. Benim, Fas, Tunus ve Cezayir’den gelen birçok müslüman hastalarım var ki, ömürlerinde ağızlarına herhangi ispirtolu bir içki koymamıshlardır Dolayısıyla hastalığın daha bashka ve önemli sebepleri olduğunu kabul etmek lazımdır. Bence bunlar arasında özellikle dengesiz beslenme tarzı ve devamlı kabızlık gibi sebepler bashlı bashına yer tutmaktadırlar"

Bu açıklamadan sonra daha önce üç olan siroz nedeni aynı hasta için 4’e çıkıyor; alkol, sıtma, hepatit virüslerinin yanına bir de dengesiz beslenme ekleniyor. Hastalık nedeni bunlardan hangisi veya hangileridir? Bu konuda zamanında bir tıbbi inceleme yapılmadığı için bugün söylenecek her shey havada kalacaktır. Tıbbi bir dayanağı olmayacaktır. Bu nedenle ölüm raporunda,sirozun alkolle ilishkilendirilmesini bir varsayım olarak görmüştük.

Klinik tanı alanındaki bu belirsizlikler nedeniyle Atatürk gibi bir kishiye, ölümünden sonra otopsi yapılarak kesin bir teshhis konmaması, bugün bir eksiklik olarak karshımıza çıkmaktadır.Günümüzdeki tıp, karaciğer sirozunun pek çok nedeninin yanında bashlıca sebebinin dengesiz beslenme olduğunu ve alkollü içkilerin, o da bazı hastalarda, sadece hastalığı hızlandırdığını ortaya koymushtur.Bu bilgiler doğrultusunda konuyu irdeleyelim. Atatürk’ün siroz hastalığına sebep olarak gösterilen dört ayrı nedenin dördü de Atatürk’te vardır.

Sıtma: İki kez sıtmaya tutulur. Biri çocukluğunda, biri Mayıs 1919’da Samsun’da

Hepatit virüsleri: Daha çok dish tedavisi sırasında kapıldığı bilinir. Atatürk; birçok dish tedavisi yaptırmısh, dish çektirmish, üç altın dish taktırmısh ve sonunda üst damak protezi yaptırmısh, bir kishidir. Bunların birisinde hepatit virüsü kapma olasılığı, o günkü koshulları düshündüğümüzde çok yüksektir.

Dengesiz beslenme: Atatürk, askeri yashamında özellikle 12 yıllık savash ortamındaki yashamında bulduğunu yemish ve buldukça yemishtir. Cumhurbashkanlığı döneminde de disiplinli yemek düzeni yoktur. Sabah kahvaltısı yapmaz, yalnız bir kahve ile sigara içer. Öğleyin çoğu kez yemek yerine sadece bir dilim ekmekle ayran veya limonata içer. Aksham yemeğini düzenli yer. Ancak dengeli beslenmish olduğunu söylemek zordur.

Alkollü içki: İçki içer, gündüz içmez, aksham sofralarında küçük rakının (35 cl.) yarısını içer, sürekli içici değildir, ciddi konuların görüshüleceği sofralarda ve önemli devlet ishlerinin yürütüldüğü günlerde içmez.

Bu durumda siroz nedeni bunlardan hangisidir? Sıtma mı, hepatit virüsleri mi, dengesiz beslenme mi, alkol mü? Yoksa dördü de birden mi? Bugün için sirozun gerçek nedenine ulashmak pek mümkün görülmüyor. Dolayısıyla Atatürk’ün ölümü alkolden olmushtur demek doğru değildir, gerçekçi değildir. Atatürk’ün ölümü sirozdandır ama siroz nedeni alkol değildir. Nedenini bir tıp adamının görüshü ile açıklamayalım.

Prof. Dr. Utkan Kocatürk’ün Görüşü:

Prof. Dr. Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü’nün son baskısında, konumuzla ilgili bilinmeyen bir raporu ortaya çıkarır ve orijinalini de verir. Rapor 08 Eylül 1938 tarihli; Dr. Nihat Reshat Belger, Prof. Dr. Neshet Ömer İrdelp ve Prof. Dr. Fiessinger tarafından düzenlenmishtir.Prof. Dr. Kocatürk, raporda iki cümleye dikkat çeker ve bir tıp adamı olarak bunların yorumunu yapar.

Raporda ön plana çıkarılan cümleler: "... Bu vakada ’Laennec’ tipinde bir skleröz hepatit söz konusu olamaz. Fakat söz konusu olan ’Hanot ve Gilbert’ tipinde bir hipertrofi sheklidir.""Prof. Dr. Fiessinger söz konusu rapora ayrıca shu notu koymushtur:
’Teshhis, Mart ayında formüle edilen teshhistir: Hepatite Sclereuse hypertrophique, type Hanot et Gilbert.

Prof. Dr. Kocatürk’ün yorumu:

"Bugüne kadar bilinmeyen bu rapor, Atatürk’e 07 Eylül 1938’de yapılan karın ponksiyonundan (su alınması) bir gün sonraki muayene bulgularına dayanılarak düzenlenmishti. Karaciğerin küçülmeyip, yine Mart ayındaki muayenede belirlenen büyüklüğü koruması ve üzerinin pürtüksüz olushu, Prof. Dr. Neshet Ömer (İrdelp) ile Dr. Nihat Reshat Belger’i de alkole bağlı atrofik siroz tanısından bir ölçüde uzaklashtırıp Prof. Dr. Fiessinger’in ileri sürdüğü hipertrofik siroz tanısını kabule yönelttiği anlashılıyor. Tıp dilinde ’Laennec tipi skleröz hepatit’ alkole bağlı siroz demektir; ’Hanot ve Gilbert tipi skleröz hipertrofik hepatit’ ise safra yollarındaki kronik tıkanma sonucu gelishen siroz (biliyer siroz) anlamını taşır.

Prof. Dr. Fiessinger, söz konusu rapora özel olarak kaydettiği notta ’Teshhis, Mart ayında formüle edilen teshhistir: Hanot ve Gilbert tipi skleröz hipertrofik hepatit’ ifadesine yer verdiğine göre, Mart ayındaki ilk teshhisinde de Atatürk’teki siroz sheklinin alkole bağlı olmadığını düshündüğünü göstermektedir. Prof. Dr. Fiessinger’in gerek Mart ayındaki muayenesinde, gerekse 08 Eylül 1938 tarihli raporda yer alan bu tanısına rağmen, sürekli ve danıshman hekimler tarafından 10 Kasım 1938 tarihinde düzenlenen ’Atatürk’ün Ölüm Raporu’nda, mevcut sirozun alkole bağlı bulunduğunu ve Prof. Dr. Fiessinger’in de bu görüshte olduğunu(!) belirtmek üzere ’... Mart bashlarında Paris’ten çağrılan Prof. Dr. Fiessinger ile Prof. Dr. Neshet Ömer İrdelp arasında Ankara’da bir tıbbi danıshma daha yapılarak büyük bir karaciğer ve büyükçe bir dalak bir kere daha müshahade edilmish ve aynı teshhis konularak, hastalığın bir ’hepatite sclerocongestive ethylique’ olduğu cümlesine yer verilmishtir."

Prof. Dr. Kocatürk bu yorumunda, Türk hekimlerince düzenlenen 10 Kasım 1938 tarihli "Ölüm Raporu"nda, sirozun alkole bağlı olduğu tanısına Prof. Dr. Fiessinger’in de ortak edilmesini nazik shekilde haklı olarak eleshtiriyor. Ortaya koyduğu rapor ve yaptığı yorum ile sirozun alkole dayalı olmadığını açıklığa kavushturuyor. Kendileri ile yaptığım görüşmede edindiğim bir bilgi ile konuyu sonuçlandıralım. "Alkole bağlı sirozda karaciğer küçülür, diğer nedenlere bağlı sirozda karaciğer büyür ve büyüklüğünü korur." Atatürk’ün ilk muayene raporlarında ciğerin büyüdüğü, son raporlarda, 08 Eylül tarihli raporda olduğu gibi, ciğerin büyüklüğünü sürdürdüğü, küçülmediği belirtilmektedir.

Dolayısıyla Atatürk’ün sirozu, alkole bağlı bir siroz değildir. Çünkü karaciğeri büyümüshtür. Ölümü sirozdandır ama sirozu alkolden değildir. Ölümü alkolden olmamıshtır.

Ölmünü hızlandıran ilaç bu kağıtta yazılıydı. Mim kemal, ''Kinin'' adlı ilacını vererek, sarı önder Atatürk'ün ölümünü kızlandırıyorudu. Kesinleşen tekşey, Atatürk'ün alkolden ölmediğidir! Sır perdesini shimdi aralıyoruz.



Bölüm 3

Atatürk’ün Ölümündeki Sır Perdesi. Atatürk acaba Masonlarca mı öldürüldü?

Atatürk bilindiği gibi İttihat ve Terakki partisinde bulunuyordu. Bu dönemler içerisinde dönmeler ve masonlarla sık sık karshılashmıshtır. Atatürk’e Anadolu’da ki bazı kimseler ciddi bir tavırla ’’mason’’ ünavını koyuyorlardı. Atatürk masonlukla ilgili hiç konushmazdı. Atatürk 1935’lerde telgraf üstüne telgraflar alıyordu. Masonlar Atatürk’e hoshgörülerini sunuyorlardı. Atatürk daha sonra bu masonların taksimat ve ahvaline ilishkin bilgileri halk partisine vererek kapanmasına dalalet etmesini istiyordu. Atatürk 2 sheyi sevmezdi bu konuda. Biri masonlar, diğeri dönmelerdi. Çünkü masonluk Yahudi tarikatından başkaşey değildi.

Memleketimizde de olmamalı , ne gerek var? sözleri ülkede yankı buluyordu! Ve Atatürk’te sevmiyor ve saymıyordu! Daha sonraki günlerde meclise gelen Recep Peker ’’Arkadashlar masonluk kalmamıshtır, localar kapatılmıshtır’’ diyerek sözü noktalıyor ve salon alkısha boğuluyordu. Artık Atatürk’ün, milletin ve Atatürk’ün yakın arkadashlarının istekleri de yerine basharıyla gelmish oluyordu. Anadolu ajansı 10 Ekim 1935’te gazetelerin merkezlerine ’’ Masonların mallarının, mülklerini her sheylerinin sosyal kurumlara gönderildiğini de beyan etti’’ Ama gelin görün ki İnönü’nün emriyle 1948 yılında masonlar tekrar devreye giriyorlar.

Bu olay yurtdıshında da yankı buldu. İstiklal Savashı gazetesinde yayınlandı. Ardından yunan gazetelerine de sıçradı. Bu olayı öğrenen yurtdıshında ki masonlar Atatürkü ortadan kaldırmak amacıyla girishimlere bashladılar. 33 dereceli farmason Bulgar yahudi kıdemli komünist mübeshshiri varnalı Avram Benaroyas yazısında ’’ Mefkuremizi (Masonluğuma anlamında) imha edici darbe vuranların akıbeti , feci shartlar altında ölümdür. Nihayet bir gün Kremlin kati kararını verdi. Onun ölümü esrarengiz olacak ve kendine göre esrar arz edecekti. ’’ İshte Atatürk’e saldırı bashlamısh oldu.

Doktorlar Atatürk’ün ani ölümünü asla kabul etmezler çünkü ülkede büyük bir tehlike yaratır ve suikast sonucu gittiği anlashılır diyerekten İsmini açıklamak istemediği doktor Atatürk’e ilk vurucu darbeyi sinir organlarına yaptı. Ve maalesef basharılı olundu. Atatürk’ün sinir organları felce uğradı. Ve Atatürk’te zaman zaman burun kanamaları, bash dönmeleri, istifralar, karshısındakini tanımama gibi sorunlar bash gösterdi. Evet, Atatürk Masonları sevmezdi. Ve zararlı oldukları için kapattırdı. Ardından masonlar Atatürk’ü yok etmek için girishimlere bashladılar. Bu masonlar içinde Türk 2. Mason lideri Mustafa Hakkı Nalçaçı da vardı.

Şimdi elimizdekilere bir bakalım. Masonlar öldürdü meselesi :

Masonların öldürdüğü kesin değildir. Çünkü masonlar öldürseydi, Atatürk hiçbir hastalıktan ölmemish olacaktı. Bilindiği gibi Atatürke 4-5 adet hastalık teshhisi koyuldu. Ve bu belirtiler Atatürk’te olushtu. Yani Eğer masonlar öldürseydi. Atatürk bu hastalıkları sağ geçirmish olacaktı. Oysaki Atatürk onlarca hastalık atlattı. Ama yenildi. Atatürk masonlarca öldürüldü iddaası net olmamakla birlikte, doktorlarcada açık ve delilli bir shekilde söylenmektedir.

Bölüm 4 : Atatürk’ün Asıl Ölüm Nedeni?

Elimizdeki her sheyi bir kenara koyuyoruz ve ishte asıl nedenini topladığım farklı metinlerle size ispat ediyorum. Atatürk’ün ölüm nedeni Alkole bağlı Siroz değildir. Siroz’dan ölseydi Karaciğeri shishmish olmazdı. Farklı çeshit bir sirozdan ölseydi de böyle farklı teshhisler koyulmazdı. Gelelim ölüm nedenine: Atatürk sanıldığının aksine sirozdan falan değil ’’ SITMA ’’ hastalığında öldü. Yazımda sıtma ile ilgili bir yer vermiştim. "Atatürk’ümüz milletini kurtarmak ve çağdash uygarlığa götürmek için cepheden cepheye kosharken iki defa yakalandığı sıtma hastalığından ve tedavisi için kullanılan ilaçların bir komplikasyonu olan Banti Sendromu’ndan ölmüshtür. Yoksa bazı doktorlar tarafından uydurulan alkolik sirozdan ölmemishtir."

"Alkol içmeye bağlı siroz olması riski en az 10 - 15 yıl günde rakı biriminde 3 bardak ve her gün içilmesi koshuluyla olabilir. Oysa Atatürk bu sıklıkla ve sürede içmiyordu. Ülkemizde çok daha fazla alkol tüketilmekle birlikte alkole bağlı siroz hemen hemen sıfıra yakındır."
Atatürk’e konulan alkole bağlı karaciğer sirozu teshhisinin, o dönem elde bakteriyolojik veriler olmadan konulduğunu, sirozda sıtmanın da etkili olduğunu söyledi. (Milliyet)

Bir deniz tabip albayın bu konuda yaptığı doktora tezi vardır. Orada Atatürk’e yanlısh tedavi uygulandığı anlatılmaktadır. Atatürk sanıldığı gibi siroz hastası değildi. Atatürk’e sıtma tedavisi yapılmısh, ashırı “kinin” yüklenmish ve karaciğeri bu yüzden iflas etmish, siroza dönüshmüshtü. Tedaviyi yapan doktor mason locası üstadı azamlarından doktor Mim Kemal’dir. Durumu iyice fenalashtıktan sonra Celâl Bayar’ın ısrarı ile dısharıdan bir doktor getirilir. Yanlısh tedavi yapıldığını, karaciğerinin bu yüzden iflas ettiğini rapor eden bu yabancı doktordur.

İstirahat için 2 ay kadar kaldığı Savarona’da nemli sıcaktan durumu daha da kötüleshmish, son günlerinde Dolmabahçe Sarayı’na götürülmüshtü. Peki, nasıl oldu da sirozdan öldüğü açıklandı ve bütün yazılı kaynaklara da böyle girdi? Büyük Millet Meclisinde ölüm raporu gündeme getirildi. Mason locaları 1935’de kapatılmasına rağmen Mecliste hala mason milletvekilleri vardı. “Efendim, gençlerimize terbiye olur, onun alkol ve sigaradan öldüğünü duyuralım…” denir ve kabul edilir. Arkasından Yeshilay icad edilir, tarih kitaplarına da böyle girer.

Atatürk Sıtma'dan Öldü


Biliyorum belki kafanız karışacak ama durumu şöyle izah edeyim: Atatürk’ü masonlar öldürmedi tabi ki diyemeyiz. Atatürk’ü tedavi edenlerden biri masondu. Ve bilindiği gibi masonlar Atatürk’ü esrarengiz bir yöntemle ortadan kaldıracaktı. Yani Atatürk sıtmadan ölmüsh olabilir ama öldürülmüshte olabilir. Çünkü Atatürk’ün tedavisi düzgünce yapılsaydı Sıtma hastalığından kurtulabilirdi. Ama ishin içine masonlar girince bu sıtma hastalığını ileriye götürmüsh ve yanlısh tedavi yöntemiyle Atatürk’ü öldürmüshte olabilirler. Masonların amacı Atatürk’ün esrarengiz bir shekilde yok edilmesi. Ve gerçektende uyuyor. Atatürk’ü öldürmek isteyen masonlar. Onu tedavi eden asıl doktor bir mason.

Asıl ölüm sebebi sıtma mikrobu. Yani doktor bu hastalığı dahada ileriye getirerek kötüleşmesini sağlıyor ve Atatürk bu yanlış tedavi yöntemiyle karaciğerini iflas ettiriyor ve ölmesine sebep oluyor. işte durum bu: Atatürk sıtmadan ölüyor. Sıtma hastalığı tedavi edileceği yerde masonlarca doktor Mim Kemal'e (Mason doktor) ’’ Atatürk’ün vücudunun yavaş yavaş yok etmesi söyleniyor ve yanlış ilaçlarla Atatürk’ün karaciğeri iflas ediyor. Ve ölüyor. Masonlar sıtma mikrobunu kullanaraktan Atatürk’ün vücudunu daha da kötüleshtiriyor.

bu durumda suçlular: sıtma hastalığı ve bu sıtma hastalığını ölüme dönüştüren masonlar. işte o zaman masonlar öldürdü diyebiliriz.

Sansasyon yaratan uydurmalar.
• Ölümü çok içki içmesindenmiş (!)
• Ölürken iman etme teshebbüsü de pek işe yaramamış, ebediyen cehennemlik olmuş
• Ölüm saati olan 09.05 tamamen uydurmaymış
• Öldükten sonra, Hristiyanlık dini gereği elbiseler giydirilerek tabuta konmuş
• Ölürken cenaze namazı kılınmasını istememiş ve cenaze namazı kılınmamış

• Gömülürken toprak bile kabul etmemiş

• Katafalkın önünden geçen bazı vatandaşların belgesellerde, fotoğraflarda görülen ağlamaları, üzüntüden değil, zorla getirilmeleri sırasında Jandarmanın vurduğu dipçik acısındanmış


Gerçekler.
Atatürk’ün Ölümü Alkolden Değildir, Saat 09.05’te Vefat Etmishtir, Cenaze Namazı Kılınmıştır, Kefen İle Tabuta Konmuştur.


Ben bu etkileşim serisini yaptım. Ve bu etkileşimimde de sizlere birşey söylemek istiyorum. Türkiye’de onca ayyaş, pis herifler var. Bunlar sabah kahvaltılarında dahi içki içen insanlar. Bunlara bir shey olmuyor da. Bizim Sarı Liderimiz Atatürk mü içkiden ölecek? Atatürk gibi bir kaplan mı bu diyardan gidecek? Sorarım sizlere...

Hazırlayan - Derleyen - Yapımcı: Cem Ertem

9 Haziran 2009 Salı

Hektor’un öcünü aldım!


Mustafa Kemal, “Anadolu’nun sahipliği” konusunda safsatalara göndermede bulunacak ve “Türkler’in Anadolu’da 7 bin yıldır var olduğunu” söyleyecekti.

Tıpkı, Çanakkale zaferi ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, “Hektor’un öcünü aldım”
demesi gibi..

1071’den bu yana süregelen “Türkler’i Anadolu’dan atmak” düşüncesi hiçbir zaman unutulmuyordu. Rum gazeteleri artık azıtmış, gemi azıya almış ve dizginlenemiyordu: “Türkler geldikleri yerlere artık dönmelidir..” Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan Mondros Anlaşması’ndan cesaret alan Rumlar, azmamak için ancak bir ay bekleyebilmiş ve sonunda patlamıştı. (Bu savaşta 600.000 Türk şehit olmuş, 1912 ve 1922’yi kapsayan
10 yıl içinde ise 1.200.000. Türk yerinden yurdundan edilmiş, göç etmek zorunda kalmıştı!..) 2 Aralık’ta (1918) ise Yenigün Gazetesi, Rumlar’a cevap veriyordu: “Buradayız ve kalıyoruz!..”
Yaptığı hiçbir şey “tesadüf olmayan” Mustafa Kemal ise, yıllar sonra, “Anadolu’nun sahipliği” konusunda bu safsatalara göndermede bulunacak ve “Türkler’in Anadolu’da 7 bin yıldır var olduğunu” söyleyecekti.

Anadolu’nun Türkleşmesi
Tıpkı, Yunanlılar’ın “Ege” dediği denize “Akdeniz” diyerek onların tezlerini reddettiği gibi ( “Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!..” ) Tıpkı, Alparslan’ın Malazgirt Savaşı’nı kazandığı “26 Ağustos’u”, Anadolu’nun yeniden Türkleşmesinin başlangıcı olan Büyük Taarruz’un başlangıç günü olarak seçmesi gibi.

Tıpkı, Çanakkale zaferi ve Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, “Hektor’un öcünü aldım” demesi gibi..
“Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir seçkin varlığın yüksek belirlemesine, yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin yıllık, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik, doğanın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk, doğanın yağmurlarıyla yıkandı; o çocuk doğanın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları doğanın babası tanıdı; onların oğlu oldu. Bir gün o doğa çocuğu, doğa oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.”
(Atatürk’ün el yazısı)

Medeniyetin varisleriyiz
Yaşayan en büyük Osmanlı tarihçisi Prof. Dr. Halil İnalcık da, 2007 yılında Batı’nın süregelen bu iddialarına şu bilimsel yanıtı verdi:

“Bundan bir asır önce, T.G.Djuvanr adında bir Fransız ’Türkiye’nin 100 Parçalanma Projesi’ diye bir kitap yazdı. Bir asır önce biz, 100 defa parçalandık ama yine ayakta kaldık. Bugün dünyanın sayılı devletlerindeniz. Gelecek çok parlaktır. (...) Kendimizi küçük görmeyelim. Bu topraklar üzerinde 3 bin senelik bir kültürün, medeniyetin varisleriyiz ve yine de dünyada yerimizi alacağız. (...) Türkiye’nin geleceğine büyük itimadım, büyük umutlarım var.”



Mustafa Kemal: Muvaffak
olamazsam ölmüş olurum”


Annesinden
helallik istedi

Dokuzuncu Ordu Müfettişliği’ne atanmayı başaran Mustafa Kemal Paşa, Akaretler’deki evinde annesine vedaya gitti. Sevgili annesinin elini öptü, kız kardeşi Makbule’nin hatırını sordu ve yer sofrasına bağdaş kurup oturdu. Ertesi gün Samsun’a hareket edeceğini annesine nasıl söyleyecekti?.. Bu heyecanla yediği yemekten zevk almıyor, annesini üzmemeyi düşünüyordu. Birdenbire söze başladı: “Anne, ben yarın Anadolu’ya gidiyorum. Buraların hâli malûm değil. Selânik nasıl elden gittiyse, buralar da öyle olabilir. Ben, kurtarmaya çalışacağım. Ne elimden gelirse onu yapacağım. Fakat bu işte tehlike çoktur. Hesapta ölmek, gidip gelmemek vardır. Bana hakkını helâl et!.. Sen de bunları iyi dinle Makbuş (Makbule). İşler fenaya dönerse, sakın buradan ayrılmayın. Bütün paranızı sarf edersiniz, paranız biterse halılarınızı, kıymetli eşyalarınızı satarsınız. Bir kere daha söylüyorum. Ne olursa olsun yola çıkmaya kalkmayacaksınız. Muvaffak olamazsam zaten sizi öldürürler, o zaman elbet, ben de ölmüş olurum.”
Evde derin bir teessür...
Bu sözler annesi ve kız kardeşi için “beklenmedik bir darbe” idi. Gerisini kız kardeşi Makbule (Atadan) anlatıyor:
“Onun sözlerini anne kız bir bardak zehir gibi yutmuştuk. Benim boğazım kurumuş, ciğerlerim sanki birbirine kenetlenmişti. Annem
çok sevdiği Mustafa’sının bu sözlerinden derin bir teessüre (üzüntüye) düşmüş ve hemen şiddetli bir kalp krizi ile sarsılmaya başlamıştı. Bu şiddetli kriz, bize her şeyi unutturdu.
Zavallı anacağıma nefes aldırmak için pencereleri açtık, kucağımızda onu sofaya çıkardık. Atatürk heyecan içinde söylediği sözlerin tesirini izale etmek (gidermek) istermiş gibi annemi:
- Anne merak etme, bu kadar üzülme... Ben size en kötü ihtimali anlattım, muvaffak olmam ihtimali de kuvvetlidir. Tekrar buraya dönerim. Sizi yanıma aldırırım. Üzülme... diye teselli etmeye çalışıyordu.
Doktor Rasim Ferit (Talay) vaktinde yetişmemiş olsaydı, o akşam annem ölebilirdi. Sabaha kadar onunla uğraştık, şafak sökerken biraz rahatlar gibi oldu ve o zaman da ayrılık vakti geldi.”
Sabahleyin, annesinin doktor denetiminde kendisine geldiğini gören Mustafa Kemal, tekrar anneciğinin elini öptü ve İngilizler’in kontrolündeki Galata rıhtımına geldi; kendisini bekleyen Bandırma Vapuru’na binerek kıyıdan açıkta beklemeye başladı.



Annesi Zübeyde Hanım ve kardeşi Makbule’ye veda eden Mustafa Kemal,


Bandırma Vapuru’na binerek Samsun’a doğru yola çıktı.


İşgal hatırası!
İngiliz işgali altındaki İstanbul’dan iki görünüş. Tarihi Galata Köprüsü’nde gezintiye çıkan
ve Bakırköy sahilinde çay keyfi yapan İngiliz subaylar...



Anafartalar Kahramanı
Albay Mustafa Kemal’in Anafartalar Grubu Komutanlığı’na atanmasından sonra saldırı emri vermesi, savaşın seyrini değiştirmişti.


Geri püskürtülen İngilizler, 19-20 Aralık 1915 gecesi Anafartalar’ı ve Arıburnu’nu boşaltarak geri
çekilmek zorunda kalmıştı.


Mütareke basını
ülkesine küfrediyor!..
Yıllar sonra, satılmışlığın ifadesi olarak “mütareke basını” biçiminde anılacak olan gazetelerden Alemdar Gazetesi, direniş gösteren “ulusalcılara” kızıyor, şöyle yazıyordu:
“Protestocuların ’İzmir’in Yunanistan’a ilhakından’söz etmeleri, böyle telgraf çekmeleri yanlıştır. Karşımızda Yunanistan’ı bile görmüyoruz. Sadece İtilaf Devletleri mevcuttur. Bunlara karşı Hükümet zaten gereken girişimlerde bulunmaktadır.”
Sözde İslâm’ı Yükseltme (Teâli) Cemiyeti ise, ulusalcılara hakaret yağdırırken sömürgeci (emperyalist) işgalcilere nasıl sevgiyle (!) yaklaştığını da ortaya koyuyordu:
“Ey Anadolu’nun masum ve mazlum ahâlisi!
(...)
On iki sene evvel ’İttihâd ve Terakkî’adıyla ülkemizde bir bid’at çıktı. Selânik dönmeleriyle (Sabetayist demek istiyor!. -HC) aslı, soyu, mezhep ve meşrebi belirsiz çeşitli türedilerden oluşan bu cemiyet, ’İstibdâdı (baskıyı) kaldıracağız, meşrutiyet ve hürriyet getireceğiz, hükümet halka zulmetmeyecek, halk rahat edecek, devletlerin yanında değerimiz bilinecek’ diye bizi aldattı.(...)
... bu defa da Anadolu’da Mustafa Kemal ve Kuvâ-yi Milliye maskaraları, Yunan askerlerinin önünden korkakça kaçarken, zavallı saf ve gafil halk ve askerden topladıkları kuvvetleri düşmanla savaştırarak ... zavallı askerlerimizi ve halkımızı boşu boşuna kırdırmak yöntemini izliyorlar. Çaresiz millet! Bu yankesicilerin hilelerini hâlâ tümüyle anlayamamıştır... Memleket bunların fitne ve fesadı uğruna milyonlarca evlâdını telef ediyor da Talât, Enver, Cemal, Mustafa Kemal gibi beş on eşkıyânın bedenini ortadan kaldırmak için gereken küçük özveriyi göze aldıramayarak ülkeyi ve kendilerini ebedî tehlikeden kurtarmak ve esenliğe çıkarmak yolunu kavrayamadı ve hâlâ da kavrayamıyor!
(...)
İngilizler’i kızdırdınız, üzerimize Yunanlılar’ı musallat ettiler. Savaşta yenildikten sonra uslu oturmak ve yenilginin sonucuna katlanarak sabırla telâfi etmekten başka çare var mıdır? Yunanlılar’la savaşa tutuşuyor, sonra da bir taraftan kaçıyor ve bir taraftan ’Şöyle direndik, böyle kayıp verdik’ gibi yalanlarla halkı kandırmaya çalışıyorsunuz! Düşünmüyorsunuz ki, Yunanlılar’a fazla kayıp verdirmek bile bundan sonra bizim için hayırlı ve yararlı bir şey olamaz.(...)
Ey yalancı ve azılı eşkıyâlar! (...) Yağmacılar.. Kendinize ne hakla, ne yüzle, ne utanmazlıkla Kuvâ-yi Milliye unvanını veriyorsunuz? Milleti öldürerek, mahvederek milletin hakkını savunacaksınız, öyle mi? Utanmaz hâinler, artık yetişir, yakamızı bırakın: Cenâb-ı Hakk’ın gazap ve lâneti sizin üzerinize olsun!
(...)
Kuvâ-yi Milliye eşkıyâsı İstanbul’u da elimizden çıkarmak ve ülkeye son hizmet biçiminde son ihânetlerini de yapmak için çalışıyorlar.”
Bu sözlere karşı söylenecek sözcük var mı günümüzde? (Sizler bulabiliyor musunuz?..)

3 Haziran 2009 Çarşamba


Philip E. Humbert adlı bir psikiyatri profesörü, "İnsanlara mutlu yaşamın
anahtarını 10 kuralda toplayacak olsam, hangi deyişleri seçerdim" diye
kapsamlı bir çalışma sonrası bir liste çıkartmış.


*1. Kendini tanı* -Sokrat
Kendi içinde yolculuk yap. Günlük tut. Kalbin, gönlün, vicdanın ne diyor?
Neyi öne çıkartıyor? Dünyaya bilinçli bakmanın yolu başta bu iç yolculuktan
geçiyor.


*2. Olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol* - Mevlana
Dürüst ol, adil ol, hakça düşün. İçinden gelen sesin öne çıkardığı değerleri
koru. Hayatta bir şeyleri korumak için ayakta kalmazsan her şey seni
düşürür.


*3. En yukarda aşk var* - Aziz Paul
Sesi müziğe dönüştüren aşktır. Aşk olmazsa, sevgi ilişkileri yoksa, ihtimam
eksikse hayatın kuru bir daldan farkı kalmaz.


*4. Dünyayı hayal gücü döndürür *- Albert Einstein
Yaptığımız her şey hayal kurarak başlar. Hayat -herkes için- hayalleri
gerçekleştirmek ve yapabileceğinin en iyisi, olabileceğinin en güzeli
peşinde gitmektir. Bobby Kennedy'nin sözü gibi: Diğerleri dünyaya bakıyor ve
"Neden" diye soruyor. Ben bambaşka bir dünya düşünüyor ve "Neden olmasın"
diye soruyorum.


*5. Fazla güzellik göz çıkarmaz *- Mae West
Güzel hayat doya doya yaşanır. Mutluluk paylaşılır, hayatı sevme hissi
coşkuyla beraber gelir. Ruhun müziğinde "Haydi bastır, göster kendini"
temposu vardır. Kibir değil, coşku!


*6. Fırsatlar yakalandıkça çoğalır *- Sun Tzu
Başarı cesaret ister, başlangıçtaki cesaret sonradan inanca dönüşür. İnanç
insanlığa daha iyi hizmet arzusuna dönüştüğünde fırsatlar yelpazesi yukarı
bir seviyede tekrar açılır.


*7. Ya yap ya yapma. Denemek yok! *- Yoda (Yıldız Savaşları)
Hayat seri hareket, karar ve kararlılık gerektirir.Tereddütte kalanlar
geride kalır. Hayatın üstüne gitmezseniz hayat sizin üstünüze gelir.


*8. Mükemmellik, ekleyecek bir şey kalmadığında değil, alınacak bir şey
kalmadığında oluşur - *Antoine de St.Exupery
Hayatınızı basitleştirin. Basite indirge, indirge, bir kere daha indirge...
O zaman ne kalıyor, ona bak. İstekler listenizi kısa tutun. Kısa tutun ki
fokus edebilesiniz. Güneş ışığına büyüteç tutmak gibi, odaklamazsanız hayatı
yakamazsınız.


*9. Kabiliyet yoksa sanatçı olmaz, ama çalışılmadıkça kabiliyet hiç bir işe
yaramaz -* Emile Zola
Ancak akıllı, bilinçli ve odağı şaşmayan çabalar sonrası olası potansiyelin
yapabilecekleri gerçekleşir. Elması yontmadıkça elinizde sadece bir taş
parçası vardır.


*10. Hayatı yaşamanın iki yolu var. Biri hiçbir şey mucize değilmiş gibi
yaşamak... Diğeri her şey mucizeymiş gibi yaşamak - *Albert Einstein.